Selçuk Küpçük

Müzikal hareketleri sosyolojiden bağımsız çözümlemek mümkün değil. “Kültürel çalışmalar” olarak nitelendirilen ve “yüksek” sanatsal verimler dışındaki üretimlere kıymet biçmeyen (Frankfurt Okulu’nun popüler kültür karşısındaki eleştirel tutumu gibi), hatta üzerinde kafa yormaya değer bile görmeyen yerleşik seçkinci üslubu terk ederek daha evvel çalışılmamış alanlara yönelen bakış açıları sayesinde müzik ve sosyoloji arasındaki irtibatın ne kadar derin olduğu fark edildi. Bu manada Türkiye’de 1990’ların başına kadar hem Marksist çevre, hem kabaca “sağcı” biçiminde değerlendirebileceğimiz düşünce biçimi mesela, “arabesk” müziğin varlığı karşısında yok sayıcı tavır takınmakla kalmamış, onu yozlaşmanın, kimliksizleşmenin göstergesi olarak algılamışlardır. Örneklendirmek gerekirse, sağcı dünyanın saygın tarihçilerinden Yılmaz Öztuna, Türkiye Günlüğü dergisinin bir sayısında (Ağustos 1989, Sayı 5) aynen şöyle diyor: “Arabeskin arkasında Asala, bölücü güçler ve bunların destekleyicisi yabancı mihraklar vardır(s.51)”.

Oysa 1950’lerden itibaren geleneksel mekanından (taşra/kır) koparak büyük kentlere akmaya başlayan toplumsal kütlenin sadece yaşama pratikleri, hayatı anlamlandırma biçimleri değişmedi. Beraberinde getirdikleri müzikal birikimleri de bu değişimin bir parçası halinde dönüştü. Dolayısı ile arabeskin, kendisi dışında kurgulanan Batı tipi modernleştirme basıncı karşısında toplumun duygu durumuna eşlik eden en önemli sosyolojik enstrüman olduğu söylenebilir. 60’ların ikinci yarısından itibaren formel özelliklerini kazanmaya başlayan bu müziğin 70’lerdeki seyri ile 1980 sonrasının dünyasına paralel gelişen macerası farklıdır. Bu yüzden 80’lerin arabeskinin, derdini anlatma konusunda tam bir “özgüven patlaması” içerisinde şekillendiğini gözlemleriz. Ki Nurdan Gürbilek, “Vitrinde Yaşamak” kitabında bu yılları çözümlerken “iç dökmenin, anlatma istencinin, ifşa etme arzusunun” ilk kez böylesi öne çıktığını belirtir.(s.9)

Asıl adı Belgin Sarılmışer olan ve trajik ölümüyle geniş kitlelerin ilgisini çeken Bergen bu “iç dökme, duyguları ifşa etme arzusu”nu 80’lerde en melankolik biçimde sesiyle bütünleştiren bir kadın sanatçı olarak ortaya çıktı. Melankoli deyince her ne kadar Müslüm Gürses’e gitmemiz gerekiyorsa da Bergen gerek yaşamı ve gerekse sesinde taşıdığı hüznün frekansı ile bu kavramın içini dolduran önemli bir başka isim. Gürses’in, temsil ettiği toplumsal katmanın çığlığını içe doğru akıtan bir ses taşıdığı iddia edilebilir ama Bergen’in, içinden süzülüp geldiği sosyolojinin 80’lerde ulaştığı özgüveninin etkisi ile bu sesi feryat halinde dışa doğru savurduğu üzerine de düşünmek mümkün. Çok tanınmadan evvel 1970’lerin ikinci sınıf gazinolarında sahneye çıkan, kimi zaman müziği bırakıp düzenli bir işe girmeyi deneyen ama yapamayan, annesinin uyarıları varken gerçekleştirdiği talihsiz evliliğinin acı sonuçlarını yaşamak zorunda kalan fark edilmemiş bir isimdir Bergen. 1982 yılında İzmir’de yüzüne atılan kezzap O’nun bütün hayatını değiştirdi. Artık ömrünün geri kalan bölümünü gözünün birisini kaybetmiş ve vücudunun önemli kısmında kezzap izleri taşıyan, acılar içinde bir kadın olarak geçirecektir.

Yaşanan bu olayın Bergen’e bütün kapıları açtığını söyleyebiliriz. 1983’te ilk kasetini yapma imkanı bulmuş, -her ne kadar beklediği ilgiyi uyandırmasa da- birileri tarafından sesinin sıra dışılığı fark edilmiştir. Bu kişilerin başında ünlü yapımcı Yaşar Kekeva geliyordu. 1980 sonrası arabesk müziğin geniş kitlelere ulaşmasına hem yaptığı kıymetli besteleri hem de yönetmenliği ile damga vuran Uğur Bayar da yine bu isimler arasında sayılabilir. Ama Bergen asıl popülerliğini -yine- Uğur Bayar ile çalıştığı, Bayar’ın kendi söz-müzikleri yanı sıra Unkapanı’nın en önemli söz yazarlarından Ali Tekintüre, Gönül Şen’in güftelerine yaptığı bestelerden oluşan “Acıların Kadını” kaseti sonrasında elde etti. Çıktığı dönem müzik listelerinde ilk sıraya oturan ve kendisine “Altın Kaset” ödülünü getiren “Acıların Kadını” albümünün arabesk müzik tarihinde artık kült bir çalışma olduğu tartışma götürmez.

Müzik yazarı Yavuz Hakan Tok, içerisinde benim bu aktardığım bilgilerin de bulunduğu ve belgesel nitelik taşıyan romanı “Acıların Kadını” ile Bergen’in sıra dışı hayatını anlatıyor. Belgesel nitelikteki roman kaleme alınırken başta Bergen’in yeğeni olmak üzere yakın akrabaları, yapımcısı Yaşar Kekeva, doktorları ve sanatçı için yıllar boyu özel arşiv tutan Garip Özdel, Anıl Gürsun’un bilgi ve belgelerinden yararlanılıp birebir kronolojik sıra takip edilmiş. “Acıların Kadını” romanını sadece trajik biçimde öldürülen bir sanatçının hikayesi biçiminde okumak yeterli olmaz kanaatindeyim. Onu da içinde barındıracak şekilde, Türkiye’nin, 1970’lerden 80’lerin sonuna kadar olan kısa tarihini, müzik sektörü üzerinden gözlemlemek mümkün. Sesinde taşıdığı melankolik buğuyu, okuduğu şarkılarla içselleştirip adeta hayata yönelik attığı çığlığa, haykırışa çeviren Bergen’in yıllar geçmesine karşın unutulamaması onu dinleyerek varolan kuşakların duygu dünyasında bıraktığı özdeşlik ile de ilgili olduğu muhakkak.


Acıların Kadını Bergen
Yavuz Hakan Tok
Alfa Yayınları

Kuşkusuz roman, Bergen’in 16 yaşında genç bir kız olarak Ankara’ya gelişi ve sıradan hayat yaşarken eğlenmek için gittikleri gece kulübünde arkadaşlarının sahnedeki sanatçıya ismini verip şarkı söylemesi için mikrofona davet ettirmesinden başlayan olaylar dizisini belgesel anlatımlarla da destekleyerek gayet sürükleyici biçimde okuyucuya veriyor. Büyük umutlarla çıkardığı ilk plağının hiç satmamasından Müslüm Gürses ile aynı sahnede şarkı okumanın hayallerini kurduğuna -ki bu dileği sonra gerçekleşiyor-, hayatında önemsediği anlar için günlükler tutmasından hak etmediği parayı almayacak kadar yüksek ahlaki karakter taşıdığına kadar birçok özel bilgiyi roman sayesinde öğrenmek gerçekten benim gibi yıllar boyu Bergen dinlemeyi ayine çeviren ilgili birisi için bile etkileyici anlatımlar. Ancak romanın hemen başında yeğeni Esra Zorlular’ın yazdığı önsöz de, okuyucuya nasıl bir öykünün kendisini beklediğini hissettirmesi bakımından önemli: “O’nunla çok güzel vakit geçirir, çok eğlenirdik, ama ağladığında korkardım. Çok ağlardı, hep ağlardı teyzem… Saatlerce süren, o çok korktuğum şiddetli ağlamaları da gördüm, konserlerde başından aşağı gül yaprakları dökülürken de. Sahneye çıkarken gözümün önünde bıçaklandığını da… Sanki ‘bir gün hayatımı roman yapın’ der gibi kendi el yazısıyla tarih düşülmüş notlar, gazete kupürlerini kesip biriktirerek hazırladığı albümleri bırakan sevgili teyzem…” cümlelerinin yer aldığı önsözle başlayan “Acıları Kadını” romanı sayesinde, arabesk müziğinin gelmiş geçmiş en önemli kadın seslerinden Bergen’in öyküsü üzerinden adeta 1980’lere masalsı bir yolculuk yapıyoruz.

Arka Kapak dergisi 8. sayı