Alper Gürkan

Birer put olduklarını düşündüğü ideallerle insanların aldatıldığından, kurulan hayalî dünyaların gerçek dünyayı boğduğundan söz ederken Nietzsche, “İnsanlar ülküsel bir dünya uydurdukları ölçüde gerçeğin değerini, anlamını, doğruluğunu harcadılar.” diye yazar Ecce Homo’da.

İdeal olanın ya da ona karşı duyulan özlemin gerçeği harcadığı yaklaşımı, ütopya fikrinin bir alternatif gerçeklik tasarımı olarak değerlendirildiği edebiyat dünyası için sempatik görülmeyebilecek ölçüde radikaldir belki. Nihayetinde edebiyatın en geniş anlamda -alımlayıcısı bol bir sanat olarak- karşılık bulan imkânı, mevcut gerçekliğin kodlarından yola çıkmış ama insanı sıkan, daraltan ve nefessiz bırakan dünyanın hâllerinden uzaklaşılabilmesini içerir. Bu uzaklaşma okur için hayâl gücünün maddesiyle yeni bir dünya kurma biçiminde olabileceği gibi sanatın olanakları doğrultusunda daha yüksek bir dünyaya erişim biçiminde de gerçekleşebilir. Metinleri ve bir büyük metin olarak kainatı edebiyatın öğrettikleri vasıtasıyla anlamlandıran bir bakış açısından ütopyalar bu sebeple diğer kurgulara nazaran daha özel bir statüdedirler: Salt hayâlî bir kaçışı temsil etmekten fazlası olarak gerçekliğin eleştirisini de içinde barındırırak mümkün dünyalar için aralanmış birer kapıdır her biri. Bu aralık bir nevi mekânsal veya zamansal durumun aşılmasını sağlayarak, örneğin Dostoyevsky ile beraber -okurun hiç görmediği- sisli Petersburg sokaklarında dolaşmak ya da Tanpınar’ın gelecekle maziyi içiçe duyduğu bir zaman diliminde süzülmek gibi duyusal bir haz ve tatmin de sunar. Fakat hazdan fazlasını arayan okur için ütopya, sözü edilen gerçekliğin problemleştirilmesi ve bunun çözümü için bir düşünce deneyi de demektir. Bilimkurgu ve fantezi edebiyatla bu türü kıyaslayan Jameson’ın Ütopya Denen Arzu’nun girişinde belirttiği gibi “Ütopya her zaman siyasal bir mesele olmuştur.” bu yüzden.

Burada siyasallığı belirli ideolojilerin çarpışması olarak değil de bir bilim ya da sanat olarak -bir değerlendirmenin nesnesi olarak hatırladığımızda ütopyacılığın Avrupa’da Platon’un felsefesine içkin biçime kadar uzandığı da değerlendirilir. Ki tür olarak Thomas More’un Ütopya’sı ile başladığının kabulü, biraz modern düşüncenin tasnifçiliğiyle biraz da isimlendirmenin kaynağı olmasıyla ilgili bir meseledir. Bunun bir örneği olarak Jameson’ın ütopyayı “modernliğin yan ürünü” diye nitelemesine yakın bir biçimde Cioran’ın da ideolojinin ütopyanın yan ürünü olduğunu söylemesi her ikisinde de bulunan modern karakteri görünür kılar. Tarih ve Ütopya’da Cioran, Orta Çağ’ın skolastizmi altında Hıristiyanlığın ruhları tatmin ettiği bir ortamda ütopyanın kimseyi baştan çıkaramayacağını ama Rönesans’ın bu kapıyı açmasıyla bir cennet hayâli olarak Gelecek anlayışının oradan fışkırdığını belirtir. Onun bu konudaki bakış açısı, bir kez dikildikten sonra yıkılması zor idealler üzerinden Nietzsche’ninkine yakındır denilebilir. Modernlikle birlikte rasyonalizmin baskınlığında yayılan tasnifçilik anlayışının belirlediği idealler, topluluklar için ardı arkası kesilmez yeni düzenlemeler üretmişlerdir: Sadece ütopya değil sosyoloji, tarihçilik, ideoloji, uygarlık, kültür ve tüm bu kavramların kesişme noktasında -onları icat edip hayata uygulayalanlarca idealize edilmiş normlar sıralanmıştır: “Fiiliyatımızın dehşet verici bir etiketle kataloglandığı ve düzenlendiği, edepsizliğe varan bir hayırseverlikle bizzat artdüşüncelerimizin üzerine eğilinen bir toplum tasarlamak, cehennemin uçurumlarını altın çağa aktarmak ya da iblisin yardımıyla bir insanseverlik yarışması düzenlemektir.

Tarih ve Ütopya
E. M. Cioran
Metis Yayınları

Modernlik üzerinden ütopyaya bakış, ister istemez bir tarih fikri üzerinde kafa yormayı da gerektirmektedir. Her ne kadar ütopyalar zamandışı bir tarih içerisinde belirirlerse de toplulukların ilerlemesi fikrinin yerini alan “tarihin anlamı” ile çıkarılmış dersler ve görülen lüzumlar ütopik olanın zarurî olarak tarihsel olmasını da gerektirir. Bu yönden tıpkı Avrupa’nın sanayileşme ile ulaştığı uygarlık düzeyi nasıl ki modern düşüncede zamanı bir kategori olarak uygarlıkların ilerleyişi ile açıklamayı gerektirmişse ütopyalar da “tarih düzeyinde bir evren düşü” olarak orada, uygarlıkların tarihte görünmeyen tarafında ortaya çıkmışlardır: Tarihsel anlamla sıkı sıkıya ilişkilidirler. Üstelik bu düş de tarih biliminin yöntemi gibi mevcut gerçeklik tarafından belirlenmiş bir takım kriterleri esas alarak toplumsal alanın tümünü yapılandıracak bir baskınlıktadır. Mesela Thomas More’un Ütopya’sında gözlemlenen mülkiyet biçimi, çalışma düzeni, ahlakî yapı gibi somut ve soyut olgular, dönemin İngiltere’sindeki geçerli düzene dair eleştirilerden yola çıkılarak oluşturulmuştur. Ütopyanın karşı kıyısından, distopyadan bir örnek olarak anılabilecek Bin Dokuz Yüz Seksen Dört de Stalin yönetimindeki Sovyetler’in toplumsal yapısına dair bir eleştiri içerir. Elbette hem bu iki örnek hem de genel olarak ütopik -ya da tasarı dünyalar, edebiyatın kurgu nimetlerinden faydalanarak yabancılaştırma efektleriyle tarihin bilimsellik iddiasının aksine gerçeklikten bağlarını kopararak bunu yaparlar. Yine de bu çabalarına rağmen ortaya koydukları ideoloji itibariyle toplumsal olarak olduğu gibi tarihsel olarak da kendilerini konumlandırmış olurlar.

Cioran ütopyayı modernliğin merkezine alarak eleştirirken bir taraftan da onun Hıristiyanlıkla çelişkilerine değinir: Tevrat’ın aksine Ütopya’da çalışmanın övülmesi ve hatta insanların buna coşkuyla katılmaları, ütopyanın Tanrı’nın Krallığı’nı istismar etmesi, İsa’ya İblis’in yeryüzü hükümdarlığını teklif etmesi, Promethus’un Zeus’tan daha iyisini yapmak istemesi gibi ütopyacının da tanrıdan daha iyi bir yeryüzü yaratmak istemesi… bunlar insan aklının eski mutluluğunun özleminden yüz çevirmesinin, yani cennetin yadırganmasının örnekleridir. Dinsel olana karşı ütopik olanın bu cezbediciliği doğal olarak sosyal anlamda bir kırılma içerecektir: Toplum, bireyleri bir arada tutan geleneksel değerlere yabancılaştığı ölçüde ideolojilere yönelecektir ki yinelersek Cioran için ideolojinin ütopyacı hayâllerin yan ürünü olmasının anlamı budur. Kendi başına iyi ya da kötü olmayan ideoloji, bu hayâlciliği taşıdığı oranda toplumu cehennem kuyularına sürükleyecektir.

Yazdığı bir mektupta gençliğindeki aşırılıklardan yakınırken yine de fikirlerine vücut veren bir tasarıma bağlı olmaklığı olumlayan Cioran, bir anlamda eleştirdiği ütopya fikrinin de insan için bir arayış olması noktasında onun gerekliliğini vurgulayarak bitirir Tarih ve Ütopya’yı. Ancak bu arayışın yönü konusunda da nettir: “Varlığımızın en derininden başka hiçbir yerde cennet yoktur.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 2.sayısında yayınlanmıştır.