Harun Göktaş

Genelde edebiyatçının, özelde romancının tarihe tanıklık etmek gibi bir görevinin olup olmadığı tartışması eskilerde kaldı. Tartışılan hemen her konunun bir sonuca varmadan üstünün kapandığı Türkiye’de, bu kadim sorunun da üstü örtüldü. Üniversite sınavlarında paragraf sorusu çözen öğrenciler haricinde kimse de pek konuya dönmeye meyilli değil. “O da olur. Bu da olur” algısı hakimiyetini edebiyat alanında da sürdürüyor. Kulağa hoş gelen her müziği dinleyenler kazandı ne de olsa.

Yine de yazma macerasını kendi var olma macerası ile paralel tutan, ülkede olan bitenlerin, insanı, toplumu nereye taşıdığı sorusuyla ilgilenen edebiyatçılar hâlâ varlar ve yazmayı sürdürüyorlar. 1970’lerin sonunda döneminin sakıncalı ve bol ödüllü romanı Issızlığın Ortasında ile edebiyat dünyasına adım atan Mehmet Eroğlu, bu tür romancılardan ve şükür ki en verimlilerinden. Pek çok okuyucunun gözünde kurgunun asıl unsur haline geldiği, romanın ne söylüyor olduğunun çok da dert edinilmediği günümüzde Eroğlu, insana, topluma dair söyledikleri, ima ettikleri ile romancının üzerindeki yükün yap-boz imal etmekten fazlası olduğunu göstermekte inat ediyor. Bu çabanın, şimdilik olmak kaydıyla, son halkası da 9,75 cm2.

İsa’dan olma, Meryem’den doğma Ahmet’in 2013 İstanbul’unda geçen hikayesi, romancının Fay Kırığı serisi ile yükselttiği çıtayı aşmasına imkan veren bir roman. Seriyi okumuş olanlara tanıdık gelecek kimi temaların bulunduğu roman, Fay Kırığı’nın aksine bazı karakterlerin yeterince işlenememiş olması sorunundan uzak duruyor. Yüzündeki yarayı uzun sakallarıyla, yüreğindeki yarayı acımasız ironisiyle saklamaya çalışan kahramanımız da, Gezi Direnişi’nin fon olarak yer aldığı romanın diğer karakterleri de son derece gerçekler. Onların sevinçlerine, acılarına, ümitlerine, hayal kırıklıklarına eşlik etmekte zorlanmıyor okuyucu. Diğer yandan, insan olmanın eksik olmak anlamına geldiğine, tamamlanmamışlık hissinin kaçınılmaz olduğuna da iman ediyoruz sayfalar ilerledikçe.

Bir yandan daha bebekken hayatın acımasız yüzü ile karşılaşan ve bu acımasızlığın genel geçer bir kural olduğundan kuşkusu bulunmayan Ahmet’in geçmişine göz atma imkanı verirken, bir yandan da transseksüel komşu Marilyn-Erol, güzel söz avcısı Ayşın, kahramanımızın hayatına etkisi adıyla müsemma Serap, “Komutanım!” Mesut aracılığıyla 2013 İstanbul’undan bir kesit sunuyor roman bize. Bir de Zinar var, elbette. Ahmet’in romanın yazmaya çalıştığı Zinar. Babasının türküsünü filme çekmek için sinemaya bulaşmış, onu erken yaşta terk eden annesini gözden çıkarmış, bütün ilgisini “terörist” babasına yöneltmiş bir Kürt genci…

Romanın gerilimi temelde iki nokta üzerinden ilerliyor. Biri, ana karakterimizin öksüz ve yetim çocukluk günlerinden beri peşini bırakmayan, şiddet yüklü bir karı-koca kavgasının sonucunda yüzünde oluşan yara. Diğeri ise yine Ahmet’in zaman zaman yaşadığı, bellek kaybının da eşlik ettiği bayılmaları. Yüzdeki 9,75 cm2’lik yara, kahramanımızın bütün hayatına bir şekilde damgasını vuruyor. Bir bakıma Ahmet’i, Ahmet yapıyor. Bayılmaların ise daha romanda ilk olarak ortaya çıoktığı andan itibaren büyük bir soruna gebe olduğunu fark ediyorsunuz. Hem Ahmet’in sağlığı açısından, hem de gizledikleri açısından. Roman içinde roman olarak nitelendirilebilecek olan Zinar’lı bölümlerde de bir başka gerilim söz konusu. Zinar ve arzu nesnesi haline getirdiği babasıyla olan ilişkisinin nasıl sonlanacağını, nereye varacağını da sürekli merak ediyorsunuz. Eroğlu, bu ikili (hatta üçlü) gerilimin üstesinden hakkıyla geliyor. Okuyucunun canını sıkacak (yakacak belki de) noktalara vardırsa da çok katmanlı yapı, romanın sonuna doğru sadeleşiyor.

Kürt Sorununa dikkat çeken, Gezi İsyanından anekdotlar barındıran, LGBT üyelerinin bulunduğu, üçüncü sayfa haberlerinin mağdurlarından birinin kahraman olduğu romanı, salt bu unsurlar çerçevesinde ele almak yanıltıcı olabilir yalnız. Eroğlu, “her şeyden bir tutam bulunsun”cu bir yazar değil çünkü. Çok şey söylemek isterken, karmaşada kaybolan romancıların (ya da sinemacıların) acizliğine düşmüyor. Anlatılan hikaye, kahramanımızın kendine çizdiği yön, ister istemez kimi tâli unsurlarla kesişiyor ve slogan atmadan, sakin bir anlatımla desenin ayrıntılarını çizmesine imkan sağlıyor yazarın. Öyle ki, bazı okuyuculara rahatsızlık verebilecek “Eroğlu aforizmaları” bile, romanın baş karakteri Ahmet ve Ayşın ilişkisi merkezli bir oyunun içinde ilerlediği için sırıtmıyor, yersiz kaçmıyor.

Bebekken maruz kaldığı bir trajedinin izini yüzünde taşıyan, yaşadığı bellek kayıplarının izini yazmaya çalıştığı bir romanda/senaryoda süren Ahmet’i neyin bekliyor olduğuna dair işaretler, kahramanımızın psikiyatristi ile yaptığı konuşmalar aracılığıyla veriliyor. Okuyucu, malum sona doğru adım adım gidişi takip edebiliyor. Böylelikle de, Mehmet Eroğlu’nun ironik tavrı ile Ahmet’in ironisi örtüşüyor, okuyucu da payına düşeni alıyor.

Romanın sonunda Ahmet, Ayşın, Serap, Marilyn-Erol, Mesut, Suat’ın çokluğunda, Zinar’ın hiçliğine dahil oluyor. Zinar, babasının türküsünü filme çekemiyor. Ahmet, annesinin onu bebekken niye korumadığı, bilakis onu niye kalkan olarak kullandığı sorusunun cevabını alamıyor. Yara sarılmıyor.

Son yıllarda, okuduktan sonra etrafımdakilere “bunu mutlaka okuyun” diyebildiğim az sayıda roman olmuştu. 9,75 cm2 kesinlikle bu romanlar arasında bile sivriliyor. Okumak lazım, okutmak lazım.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

9,75 Santimetrekare – Mehmet Eroğlu
İletişim Yayınları