Röportaj: Erkan Şimşek, M. Ali Çalışkan, Zübeyde Çalışkan, Esra Akbulak

Modern Türkiye tarihiyle ilgilenen tarihçiler arasında yaklaşımları ve tezleriyle dikkat çeken Abdulhamit Kırmızı, özellikle 19. yüzyıl idare tarihi ve bürokrasinin oluşumu-dönüşümüyle ilgili çalışmalarıyla biliniyor. Osmanlı bürokratlarının biyografileri ve 2. Abdülhamid dönemini anlatan çalışmaları da oldukça dikkat çekici. Türkiye’deki politik paradigmaların ürettiği hâkim tarihyazımı geleneklerine de eleştirel yaklaşan Kırmızı’nın tarih biliminin kendisine yönelik bilimsel–şüpheci yaklaşımları okurları tarafından iyi biliniyor. Tarihe bir tür kültürel/politik bir savaş meydanı ve kimlik mühendisliği olarak bakan Kırmızı’nın milliyetçilik analizleri de tarih biliminden bağımsız değil. Kırmızı’nın Abdülhamid’in Valileri, Avlonyalı Ferid Paşa: Bir Ömür Devlet adlı iki telif kitabının yanında iki tane de yayına hazırladığı kitap var: Osmanlı Sonrası Arnavutluk (1912-1920), Otur Baştan Yaz Beni.

 

Tarihyazımı üzerinden yürütülen tartışmaların belki de en önemli kısmını, “nesnellik” kavramı ve “gerekliliği” üzerine yapılan tartışmalar oluşturmakta. Örneğin 14. yüzyıldaki bir olayı aynı belgelerle farklı dönemlerde yazsak elimize farklı metinler ortaya çıkıyor. Siz bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Tarih yazmak geçmişi olduğu gibi aktarmak değil, bu mümkün değil zaten. Tarih yazan geçmiş hakkında bir söylem inşa eder ve bunu bugün yapar. Tarihyazımı bugünle ilgili: Günün siyasal ve sosyal değerleri, bakış açıları, beklentileri, vizyonu neyse geçmişi ona göre şekillendiriyoruz. Mesela tarihi bir şahsiyetin hayatını yazıyorsanız ister istemez daha önce de kullanılan malzemeye kendi zamanınızın sorularıyla yaklaşıyorsunuz. Her devrin o hayata dair soruları farklılaşıyor. Geçmiş hakkındaki görüşler zamanla beraber değişiyor. Ayrıca yazanın nitelikleri ve yeteneklerine göre de aynı geçmiş farklı inşa edilebiliyor. O yüzden her tarih eserinin kendisi de tarih oluyor, tarihin kaynağı iken tarihin nesnesi oluyor.

Geçmişten beklentilerimiz değişiyor diyebiliriz öyleyse…

Evet, geçmiş bir vakıa olarak orada duruyor da tarihçiler onu ortaya çıkarıyor değil. Neyi yazacağımızı, neyi okuyacağımızı bugünün -geniş anlamıyla- siyaseti belirliyor. İktidarla, güçle çok yakından ilgili tarihyazımı…

Tarihsel gerçek dediğimiz mutlak bir gerçeğe ulaşabilecek miyiz peki?

Uluhiyet iddiası olur. İnsan-ı kâmil değiliz. Tarihçi ancak o gerçeğin mümkün yorumlarından bir yorumunu, bir soyutlamasını yapar. Esbabı ne kadar çeşitlendirse de o gerçeğin bütün dinamiklerini ortaya koyamaz. Hayat yazımından örneklendirelim: Erkan Şimşek diyelim ki 100 sene yaşayacak, biyografisini 500 sayfaya nasıl sığdıracağız? Her gününü kaydedebilir misin? Mesele ciltlerce sürecek bir hikâyeyi bir formata sokmak, okunabilir ebatta iki kapak arasına koymak değil sadece: Her tarihçinin kavrayışı farklı. Eğitimiyle, yeteneğiyle, fikir dünyasıyla, üslubuyla tarihçi bir araştırma sürecinde hammaddeleri kendi kafasında yoğuruyor ve sonunda yeni bir şeyler söylüyor. Bunu soluduğu havada hâkim olan düşüncelerle ve akademik paradigmalarla ilişki içerisinde yapıyor.

Tarihsel gerçeğe yaklaşımımız zamanla değişiyor. Tarihin manası ve usulü sabit değil. Bu sayede aynı olaya farklı devirlerde başka yorumlar getirebiliyoruz. İhtilafın ve meşrebin hikmeti var. Şimdilerde ulusun ve ulus-devletin ötesine uzanmaya çalışan transnasyonel bir Global Tarih anlayışı var mesela. Eskiden ulusa bir tarih inşa etmeye çalışan bir milli tarih vardı, ulus-devlet kendi sınırları içinde kalan vatandaşlara müşterek bir şuur aşılamak zorundaydı. Tarihyazımı Almanlığa ortak bir köken anlatısı kurmasa 1871’de Almanlar birleşemezdi. Türkiye kurulduğunda Türk ulusunu da kurmak lazımdı. Bu yüzden ortaokuldan itibaren tarih müfredattadır, “Türkler tarihte kaç defa devlet kurmuş” gibi, aslında kişiye pek faydası olmayan ama var olan devleti meşrulaştırmaya yarayan bilgiler öğretilir. Millet olmak öğrenilen bir şeydir. Devlet ve ulus merkezli tarih anlatısıyla ulusa ortak bir geçmiş hikâyesi kurulur. Tarih medresede zorunlu ders ve hatta bir “bilim” değilken, artık ortaöğretimde ve üniversitede mühendislik eğitiminde bile bir mecburi ders. Tarih okutularak makul, yönetilebilir, sadık bir vatandaş olursun, bir ulusun parçası olursun. Bu yönüyle tarih öğretimi sadık vatandaş üretme sürecidir denilebilir.

Şu halde mutlak bir tarihi hakikat yoksa gerçekten tarihçi ne yapıyor? Tarihsel bilginin değeri nedir? Bu kadar kurgusal bir şeyse ya da bir şeyin aygıtı oluyorsa tarih, bir siyasete eklenmeyecekse ne işe yarar?

Objektiflikle ilgili çok sevdiğim bir kitap başlığı var: “That Noble Dream”, yani O Asil Rüya... Bu bir hedef, ulaşamayacağımız bir mertebe. Fakat bunun için çabalarız; dilimizle, konvansiyonel bilimsel kaideleri kullanarak yapacağımız araştırmalarla, bibliyografya ve dipnotlar hazırlayarak, şu an hâkim olan paradigma neyse onun içinden konuşarak tarafsızlık efekti veririz. Demokrasi, insan hakları, kültürlerarası etkileşimler, kesişmeler deriz, küreselleşmeden bahsederiz, ulusal tarihyazımını eleştiririz… Bunlar da eskiyecek, tarihçi de zamanın çocuğu.

Objektivite görmeyi sevdiğimiz bir rüya. Bir kere, çoğunlukla kullandığın devletin ürettiği belgedir ve kullandıkça onun tarafını tutarsın, farkında bile olmazsın. Mesela fetih merkezli düşünürüz devletin tarihini. İlla bir yerleri fethetmek gerekiyor, büyümek şart. Herkesi birleştiren, bir araya getirip toplayan bir devlet ideali… Devlet güçlü mü güçsüz müydü, kardeş katli yapılabilir mi gibi konular etrafında dönüyor tarih gündemi. Böyle olmak zorunda değil, tersinden bakabiliriz. Neden Mimar Sinan’ı Kanuni döneminde yaşamış bir mimar olarak düşünürüz de Kanuni’yi Mimar Sinan çağında yaşamış bir devlet adamı olarak düşünemiyoruz? Çünkü Kanuni bürokrasisinin tuttuğu kayıtlarla tarihçilik yapıyoruz. Geçmişteki olaylar kendi kendini izhar ediyor ve belge “olan”ı anlatıyor sanıyoruz.

Sanki belgeler konuşuyormuş da tarihçi sadece aktarıyormuş gibi…

Evet, yazar meçhul, cümleler meçhul fiille biter, sanki aktaran tarihçinin kendisi değilmiş gibi. İyi bir tarihçi olabildiğince objektif olması gerektiğini bilir, ama sonuçta vahiy yazmadığını da bilir, çünkü zaman ve mekânla, ve kendi kabuğuyla sınırlı. En büyük tarihçilerin yazdığı bile zamanla eskiyecek. 20. yüzyılda Türkiye tarihçiliğindeki en etkili adamlara bakın mesela. Şimdi bunların Avrupa-merkezci ve ulus-devlet odaklı tasavvurlarla yazdıklarını düşünüyoruz. Filmin sonunu, yani Türkiye Cumhuriyeti şeklinde laik bir modern ulus-devlet yapısı ortaya çıktığını bildiği için anakronik yaklaşımlarla geçmişte bugünün kökenlerini aradılar. Bütün 19. yüzyılı Türkiye Cumhuriyeti’ni hazırlayan bir geçmiş olarak okudular: “Bakalım sekülerlik nerede başlıyor, hadi bunu Tanzimat’la başlatalım. Yeni bir anayasa mı yazılıyor, bunun hikâyesini nereden başlatalım, hah işte bak Kânûn-ı Esâsî var. 60’larda daha geriye gidiliyor, bir de bakıyorsunuz anayasal tarihimiz Sened-i İttifak’la başlatılıyor. Tarih bu işte, bugün olan bir şeye geçmiş icat etmek! Durumsallık hesaba katılsa ekmeksiz kalacak. Bugün AK Parti’nin kendisini 2. Abdülhamid’e bağlaması mesela. Daha önce böyle bir şey yapılmamıştı, yoktu; şimdi aksi tasavvur edilemez. Zaman zaman aradaki isimler değişmekle beraber, devlet/iktidar bugün kendine bir Erdoğan-Erbakan-Özal-Menderes (bazen)-Atatürk-Abdülhamid silsilesi icat etti. Böyle bir siyasi çizgi varmış gibi tahayyül ediyoruz, halbuki bu isimler daha önce hiç böyle yan yana dizilmedi. Bugün Abdülhamid’le başlamayan bir Erdoğan geçmişi tahayyül edilemiyor. İleride bu zincirler yine değişecek.

Düşmanlarının Abdülhamid’e kurduğu siyasetle, bugün Erdoğan’a karşı kurulduğu varsayılan düşmanlık özdeşleştiriliyor…

Evet, bu hiç öyle olmamasına rağmen. Neden? Abdülhamid, Mustafa Kemal’in karşı-figürüydü. Kemalist ideolojiyle bezenmiş milli tarih anlayışında öteki olan Abdülhamid idi. Dolayısıyla cumhuriyete, Mustafa Kemal’e, İnönü’ye, CHP’ye antipatisi olan kesimler için bir yan yol, bir ırmak kolu misali Abdülhamidci bir tarihyazımı doğdu: Abdülhamid etrafında bir mistifikasyon, bir ululama. Bu marjinal tarih AK Parti iktidarının konsolidasyonuyla beraber ana tarih anlayışı haline geliyor.

Bu yeni tarih anlayışı bir beklentiyi ve ihtiyacı karşılıyor diyebilir miyiz?

Evet. Tarihyazımı bir kişinin malı değil sonuçta, herkes tarih üretebilir. Konu din ve ilahiyat olunca “İslâm’da ruhbaniyet yoktur” dendiği gibi… Sonuçta akademik tarihçilik çeşitli tarihçilik yollarından bir yol. Abdülhamid çok satıyor, çünkü iktidar birçok konuyu Abdülhamid dönemine refere ediyor, bunun bir piyasasının oluşması, fırsatçıların çıkması anlaşılır bir durum. İktidar kendisini cumhuriyeti yaratan, dolayısıyla cumhuriyetin günahlarına sahip çıkan bir geçmiş yerine, ondan öncesine giden bir geçmişle ilişkilendiriyor. İttihat ve Terakki devrini de cumhuriyetin laboratuvarı gördüğü için onun öncesine, yani Abdülhamid’e gidiyor. Abdülhamid’den sonra işlerin bozulmuş olması gerekiyor. Abdülhamid korudu etti, biz de onun gibi koruyoruz çabalıyoruz algısının oluşması gerekiyor. Bu karşı durulabilecek bir süreç değil. Ben küreselleşmeye ya da modernleşmeye karşıyım demek gibi, bu da böyle, zamana karşı duramazsın. Biz kendi kendimize laf-ü güzafla eleştirisini yapabiliriz ama faydası yok. İçinde yaşıyoruz bu durumun, buna tahammül edersin etmezsin, sosyal medyayı bırakırsın bırakmazsın, tartışmalara girersin girmezsin…

Bu öznelliğin nispeten aşıldığı bir dönem oldu mu, ya da bir ekol?

Biz bunu aştık diye düşünüyoruz ama bu sefer hangi suda yüzdüğümüzü bilmiyoruz. Hani ihtiyar balık genç balıkla karşılaşmış, “Su nasıl?” diye sormuş, bebe balıklar da “Ne suyu?” demişler. Yani ihtiyar balık biliyor bunun arkasında başka bir dünya var, başını kaldırmış görmüş ya da tuzağa yakalanmış da kurtulmuş, bir tecrübesi var, suda yaşadığını biliyor. Tarihyazımının kümülatif tecrübesi sayesinde geçmiş tarihçilerin nerede yüzdüğünü biliyoruz, fakat biz hangi sulardayız? Doktora yapıyorsun, tez yazacaksın diyelim, şimdi geçer akçe olan görüşlerle yazdığını sonradan göreceksin.

“Hz. Peygamber ve Çevre”, “Hz. Muhammed ve İnsan Hakları”, “Hz. Peygamber ve Demokrasi” gibi başlıklar 50 yıl önce bir şey ifade etmiyordu, belki 50 yıl sonra da bir şey ifade etmeyecekler ama şu an bu başlıklarla kitaplar ve makaleler yazılabiliyor. Günün değerleri. O yüzden, bugün ulusların ötesinde bir tarih anlayışından bahsediyoruz ama belki ileride öyle bir zaman gelecek ki, ulus-devlet kendisini daha tahkim edecek ve emperyal tarihler, imparatorluk tarihleri önemsiz hale gelecek ve bizim yazdıklarımız abes olacak. Sonuçta beşer işi, vahiy değil. Her dönemin insan ürünü eskiyecek, her eser eleştirilebiliyor, eleştirildi ve eleştirilecek. Eski tarihçilerin yazdıklarını kendi zamanını yansıtan metinler olarak tarihselleştirerek anlatıyoruz, “Böyle yazmış ama şöyle düşünerek yazmış” filan diyoruz. Asr-ı Saadet için de “kölelik kaldırılmadı ama bak hafifletici sebepler geldi” denir. Hâlbuki o dönemde kölelik mesele değildi ki, İmam-Hatip’te Siyer dersinde böyle açıklanarak anlatılırdı. Çünkü 20. yüzyılda artık kölelik kötü bir şeydi ve peygamber döneminde neden kaldırılmadı sorusu zihinlerdeydi.

Hocam tarihin bilimle sanat arasındaki sallantılı konumunu, arada kalmışlığının sınırını nasıl çiziyorsunuz?

Ranke der ki, tarih diğer bilimlerden sanat olmasıyla da ayrılır. Toplama, bulma, nüfuz etme yönleriyle bilimdir. Bulduğunu ve aldığını yeniden uyarlamasıyla, ona biçim vermesiyle sanattır. Tarih bulunan şeyin basitçe kaydedilmesi değil, yeniden yontma yetisi gerektirir. Hem bilim hem sanat tarafı var. Geçmişi nasıl sunduğun önemli, eninde sonunda eleğin üzerinde kalanlar dil, üslup, inşa ve metin yapısı itibariyle sağlam olanlardır. Sallantılı bir arada kalmışlık algısı bilim ve sanatı nasıl tanımladığımızla ilgili. Tarih hem bilimin hem sanatın bazı taraflarını birleştiren bir kıstaktır.

Tarihçiler tarihi kurgularken edebî olanla olmayan arasında bir ayrım yapmayın diyorlar.

Tarihçi de tasarlar ve kurgular. Hatta bilerek bilmeyerek hikâyeci ve romancı gibi kurmacaya da başvurur. Ayrıca, yazarken şunu gözetir, bunu görmez, onu geçiştirir. Kendisi de vardır işin içinde. Bu yüzden aynı konu etrafında onlarca ayrı tarih yorumu yazılabiliyor ya da çok tarihçi aynı konu üzerinde uzlaşamıyor.

Bak işte 15 yıllık bu dönemde bir şeyler yaşadık gördük. Daha yaşarken herkesin farklı yorumladığını görüyoruz, peki elli yıl sonra tarihçi Gezi’yi ve Fetö’yü nasıl yorumlayacak? Örneğin gazete kaynaklarını tarayacak, acaba Cumhuriyet’i mi kullanacak Akit’i mi, Sabah’ı mı, Akşam’ı mı, internet sayfası olarak T24’ü mü, Haberiyat’ı mı? Bugün bile birçok konuda muğlaktaysak yarın bu keşmekeşte debelenecek tarihçinin halini düşün…

Sona kalan ne olacak peki?

Sona kalan hep değişir. An itibariyle o geçmiş hakkında iktidarın görüşü neyse, geçici olarak sona kalan bu görüş olacak. İktidarla beraber tarih de değişecek. 1938 Dersim’e nasıl bakıyorduk ve şimdi nasıl bakıyoruz? “Orada eşkıya vardı, ve eşkıyalar temizlendi” idi hikâye. On yıllar sonra ne oldu? Dersim kökenli Kılıçdaroğlu CHP’nin başına geçti. İktidar partisisin, nereden vuracaksın ana muhalefeti? CHP iktidarken bombalanan Dersim’le vurabilirsin. Dolayısıyla iktidar devletin belgelerini ifşa etti, orada kitlesel bir başkaldırı olmadan kadın-çocuk ayrımı yapmadan katliam yapıldığını gösterdi. Bir anda yeni belgelerle, yeni yayınlarla Dersim’e bakış açımız değişti. Halbuki bu da marjinal bir tarih görüşüydü. Solcu Alevi Kürt tarihçiler bunları yazıyorlardı ama o yazdıkları dönemde iktidarın işine yaramıyordu. Şimdi iktidarın işine gelince Dersim’e bakışımız da değişti. CHP döneminde olduğu için, CHP’nin de başına bizzat Dersim kökenli biri geldiği için… Tarihin nasıl değiştiğini, güncellendiğini naklen izlediğimiz bir dönemde yaşıyoruz.

Muhalefet Partisi CHP’nin en ufak bir muhafazakâr açılımında kirli geçmişinin gün yüzüne çıkartılması da söz konusu tabii…

Elbette, tarih bir silah işte… Kimin elinde olduğuna bağlı olarak kahramanlar ve hainler, zalimler ve kurbanlar değişiyor. Müslüman için “fetih” olanın Hristiyan için “işgal” olması gibi.

Tarih, savaşın bir aracı öyleyse…

Her devlet, kendi çocuklarına en değerli, en yüce ulusun kendisininki olduğunu öğretirse… Modern milli tarihçilik bizatihi düşmanlıkların da savaşların da sebebidir. Bugünkü çoğu husumetin sebebidir bu farklı tarih yorumları, kendi içimizde de bu böyledir. Okulda tarih öğretmenin amacı bu zaten, “Sen şöyle büyük bir muhayyel cemaatin neferisin.” Ankara Üniversitesi’nin ilk birimi olarak Atatürk’ün 1935 kurdurduğu bir fakültenin adı olan “Dil, Tarih, Coğrafya” kalıbı bunu çok iyi özetliyor. Bu eğitimle kendimizi aynı milli cemaatin fertleri olarak hissediyoruz.

Sonuçta ilerleyemeye odaklı bir ulus-devlet var ve bir millet oluşturabilmek için de ortak bir ülkü gerekiyor. O ülkü için de ortak bir tarih, coğrafya ve dil gerekli. O zamanın başka bir ruhu var mıydı?

Önceki yüzyılları ve özellikle 19. yüzyılı sadece bu ulus-devlete götüren bir geçmiş olarak okuduğumuzda imparatorluğun ne olduğunu göremeyiz. Osmanlı tarihçiliği bir Anadolu tarihçiliğinden ibaret kalır ve Türkiye Cumhuriyeti için bir şey ifade ettiği oranda 19.yüzyılın bir önemi olabilir. O devir kendi dinamikleri içerisinde, kendinde nedir? Avlonyalı Ferid Paşa kitabında yapmaya çalıştığım şey buydu, “imparatorluk biyografileri” yeni bir tarihyazma metodu. Arnavut asıllı bir Osmanlı devlet adamı var ama ne Arnavut tarihçiliğinde ne de Türk tarihçiliğinde ne biyografisi yok. Neden? 1914’te ölüyor ve ulusların yaratıldığı dönemde artık yok; mezarı bile yoktu, iki sene önce tespit edildi. 2016’da mezarı yeniden bulundu. Kısacası hiçbir taraf için değeri olmayan bir kişidir Avlonyalı Ferid Paşa.

Değeri olması için ulusal kurtuluş hikayesinde yeri olmalı. Yeri varsa hikâyesi ulus-devlete uyarlanır: Mustafa Kemal 1881 doğumlu, Cumhuriyet 1923’te kuruldu; yani 42 yaşına kadar Osmanlı vatandaşıyken, 1938’te öldüğünde sadece 15 yıl Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıydı. Ama biyografileri için önemli olan bu son kısmı; öncesi bu hikayeye yakıştığı kadarıyla vardır.

Örneğin Çanakkale savaşı, hep modern Türkiye’nin savaşı olarak okutuluyor.

Çanakkale bir savaş değil, savaşın içinde bir muharebedir. Gençlere sorun, Cihan harbinde bir Osmanlı cephesi olduğunu bilmezler, İstiklal Harbi’nin bir parçası olarak bilirler. Lâkin Cihan harbi kaybedilmiş, övünülecek bir tarafı yok. Kazanılmış ne var elde? Çanakkale… Bir de geçen sene Kut’ul Amare muharebesi yeniden keşfedildi. Harp kaybedilmiş kimin umurunda? Yani “Kut’ul Amare Zaferi”nden 10 ay sonra İkinci Kut Muharebesi’nde burası kaybedilmiş, hatta Kut’ul Amare’nin koruduğu kadim hilafet merkezi Bağdat elden gitmiş, bunlar kimin umurunda? Varsa yoksa övünelim.

Çanakkale’den geçen gemiler İstanbul’a varmış, İstanbul İngilizler tarafından işgal edilmiş…

Evet, ama devlet övünülecek bir geçmiş sunmak zorunda. Büyük mağlubiyet içindeki küçük galibiyetleri göstererek milli ruhu canlı tutmak zorunda.

Hocam sizin özellikle Osmanlı tarihinin son yüzyılına yoğunlaşan bir çalışma alanınız var. Bu alanla alakalı çok fazla kitap da çıkmıyor, geçenlerde Tanıl Bora’nın Cereyanlar kitabı çıktı, gördünüz mü?

Evet, gördüm, çok da kızdım açıkçası. Okuyamaya çok fazla tahammül edemedim. Kitabın ilk cümlesi halen hatırımda: “Osmanlıcada “merak” kelimesi, 19. yüzyılın son çeyreğinde hâlâ malihûlya, yani melankoli anlamında, marazî bir durumu anlatmak için de kullanılıyordu.” Altı yüz yıllık imparatorluğu ayakta tutan sac ayağından birini gömerek başlıyor. Öyle ya, “merak” sadece Aydınlanma sonrası Avrupa entelektüellerine özgü bir duygu! Ulema dünyayı zamanında anlayamadığı için biz bu hale geldik diyor. Yok böyle bir şey. Ulema imparatorluğun en muharrik kuvveti. Tanzimat’ın öncüleri arasında da ulema var. Şer’i-nizami mahkeme, mektep-medrese ikiliklerinden, mücadelelerinden bahsediliyor mesela, hâlbuki mekteplerin hocaları ulemada, müderrisler öğretmen oluyor. Hukuk mezunu mu var, mahkemelerde bunlar hâkim oluyorlar. Ulema 19. asırdaki büyük dönüşümün parçası. Cereyanlar, o kesimin de yeni tarih kitaplarını okumadığını, eski ezberleri sürdürdüğünü gösteren bir fiyasko. Teleoloji batağına saplanmış ilerlemeci ve Avrupa-merkezci ezberler… İletişim’den çıkan başka yeni kitapları okusalar yeterdi hâlbuki.

İsmail Kara’nın tezi var ya, Batılılaşmayı bir tür ölüm kalım meselesi, kasıtlı bir tercih olarak anlatıyor.

Modernleşmeyi Batılılaşmayla eşitleyen bakış açısı her kesimde var. Modernleşme tarihini sadece Avrupa’dan resepsiyon süreci olarak okumak sorunlu. Modernleşme bütün dünyada eşzamanlı yaşanan bir alt-üst oluş, buna her devletin, toplumun kendi tarihsel dinamikleri çerçevesinde farklı cevapları olmuş. Bir şey alınırken, olduğu gibi alınmamış, kendi işine yarayacak olanlar, yarayacak şekilde değiştirilerek alınmış. Tanzimat’la ilgili algılar çok yanlış, özellikle İslâmcılar arasında… Bırakın dönemin kontekstine oturtularak incelenmesini, Tanzimat’ı bütün kötülüklerin anası olarak görenler Tanzimat fermanını bir kere bile okumamışlardır. Bu metnin dönemle ve o dönemi yaşayanlarla ilişkisi nedir, incelememişlerdir.

Çok güzel ve uzunca bir röportaj oldu teşekkür ederiz. Son olarak sizin tarihe yönelmenizi merak ediyoruz. Tarih bilimine yönelişiniz nasıl oldu? Bir de neden tarih?

Ben diplomat olmak istiyordum, böylece, çocukça bir hayal bu ya, doğduğum ve büyüdüğüm Almanya’ya dönebilecektim. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne sanırım bu amaçla gittim. Fakat 90’lı yılları düşünün, “Sen İmam-Hatip mezunusun, boşuna ümitlenme” dediklerinde o hayal çabuk kırıldı. Sonra bana tarihi sevdiren adamı, İlber Hoca’yı keşfettim. Siyasal’da bir taşralının, bir imam-hatip mezununun, ya da bir başörtülünün, gönül rahatıyla kapısını çalabileceği tek hocaydı. Ondan önce tek tarih müktesebatım “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” tarzındaydı, yani çokça Necip Fazıl, Mustafa Müftüoğlu, Kadir Mısıroğlu, İhsan Süreyya Sırma filan okumuştum. Meğer tarihçilik bu değilmiş. İlber Hoca o zamanlar bu kadar popüler değildi, belki onunla ilk röportajı ben yapmışımdır, 1993’te.

Bugün gerçekliğini kavrayamadığımız bir çok olay yarın tarihçinin masasına geliyor, teneşir tahtasına gelen meyyit gibi. Okuduğum alanda, siyaset biliminde geçici olanla ilgili fani bilgiler üretilirken, tarih olayın esasına inebiliyor diye düşündüm. Aslında yüksek lisans yapıp tekrar lisans alanıma dönerim diye de düşündüm galiba. Ama tarihçiliğin cazibesi beni esir aldı, araştırırken yaşanılan o keşfetme duygusu gibisi yok. Kimsenin okumadığı belgelere hayat verme hissi. Geçim dünyası, Siyasal mezunu olarak çok farklı işlerde çalıştım. O dönemde bizim gibilerin üniversiteye girebilmesi hayal, Siyasal’a İlber Hoca istemesine rağmen asistan olarak giremedim. Bu yüzden hem master hem doktora yaparken hem daha sonra çok farklı ve tarihçilikle alakasız işlerde çalıştım. İlmi çalışmaları bazen yoğun iş hayatıyla paralel, bazen de işsiz kaldığımda sürdürdüm. Sonra beni almayı düşünen ilk üniversiteye, yani İstanbul Şehir Üniversitesi’ne 38 yaşımda kapak attım. Yedi yıldır akademisyenim.

Şu anda tezgâhınızda ne var?

Üç yıldır uğraştığım bir proje var: Osmanlı Bürokrasisinde Gayrimüslimler başlıklı prosopografik bir araştırma. Üç bin civarında gayrimüslim tespit ettik Abdülhamid devri devlet teşkilatında çalışan. Bu çalışma İngilizce iki kitaba dönüşecek inşallah.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 24.sayısında yayınlanmıştır.