İshak Arslan

Sıhhat derecesi kuşkulu olsa da Evliya Çelebi’nin rivayetinden mülhem, kılıktan kılığa sokularak anlatılagelen hikâye malumdur: Fatih Sultan Mehmet, yaptırdığı caminin sütunlarını olması gerekenden fazlaca kısalttığı gerekçesiyle Rum mimarbaşına öfkelenip elini kestirir. Çalışamaz hâle gelen ve mağdur olan mimarbaşı tavsiye üzerine mahkemeye başvurur. Tarafların hiçbir ayrıcalık tanınmaksızın ayakta yargılandığı duruşma sonunda kadı kısasa kısas ilkesini uygular ve sultanın elinin kesilmesine hükmeder. Buraya kadar her şey normal! Hikâye bu noktadan itibaren tarihteki emsalleri gibi o tipik paterni izleyerek menkıbeleşmeye başlar. Adaletten gözleri kamaşan müşteki, bu eşsiz tablo karşısında dayanamaz ve başvurusunu geri çekerek tazminata razı olur. Elbette akıl ve vicdanın gereği ihtida eder. Final bölümünde erdemli sistemin ancak erdemli bireyler sayesinde mümkün olacağını vurgulayan son bir mesaj daha saklıdır: Sultan kayrılma ve adaletsizlik ihtimaline karşı topuzunu, kadı ise baskı ve zulüm ihtimaline karşı hançerini gösterir. Böylece hem kurumsal hem bireysel düzeyde sistem test edilmiş, kalite kontrolleri yapılarak onaylanmış olur. Hikâye “Müşteki talebinde ısrarcı olsa ve tazminatı kabul etmese acaba ne olurdu?” sorusunu örtbas ettiği gibi, kevn ve fesadla malul hayatı adalet dairesine sokma ısrarını sürdürür.

Bu tür rivayetleri kurgusal ya da uydurma oldukları gerekçesiyle yalancı çıkarmak yahut cerh ve tadil etmeye kalkışmak menkıbelerin temel işlevini kötürümleştirir. Menkıbeler modern dönemin meşru muhalefet imkânlarından mahrum bir toplumun keşfettiği incelikli yöntemlerden sadece biri olarak pek çok işlevle mücehhezdir. Bu açıdan bakıldığında hikâyemiz topluca verilmiş uzun vadeli bir dilekçedir. Onu ilk kez rivayet edenin de arketipi bire bin katarak aktarıp yaşatan ortak bilincin de amacı aynıdır: Adalet arzusu ve talebini açık, keskin, zarif ve kalıcı bir üslupla dile getirmek. Pek çok anlam katmanı bulunmakla birlikte ana tema “hikâyede anlatıldığı derecede adil bir devlete ve sultana” yönelik tutkulu taleptir. Üstelik toplum hafızasına kaydedilen bu yüksek standart, gelecekteki iktidarları teşvik ettiği kadar daha baştan borçlandırır da. Topluluk, sıradan bir kula yapıldığı gibi gerektiğinde sultanın kolunu dahi gözünü kırpmadan kesebilecek seviye ve kudrette bir adalet arzular. Elbette bu ütopik bir taleptir. Her ütopya gibi gerçeklikten uzak, çekici ve katlanılmazdır. Tarih boyunca hiçbir medeniyetin hiçbir mahkemesinde eli kesilmiş tek bir emir, sultan ya da krala rastlayamayışımız bu talebin anlamsız oluşuna işaret etmediği gibi vazgeçilmesini de gerektirmez. Çelişki hikâyede değil, bizatihi “adalet-mülk” denkleminin kendisindedir. Muzaffer ve mütehakkim, kanla elde ettiği mülkü, baskıyla kurduğu düzeni adaletle cilalayıp medeniyet zarfına koymak zorundadır. Mabedler, mektepler ve mahkemeler temizler, ehlileştirir, örter. Sonuçta özü itibarıyla kendinden menkul, temelsiz bir kazanım, meşru bir hak hüviyetini kazanır.

Hikâyenin teorik katmanı ise iktidar, istikrar ve şiddet arasındaki karmaşık, karmaşık olduğu kadar doğurgan ilişkiye işaret eder. Sürekli çatışma ve kaos tehdidi toplumları düzen ve istikrar adına itaate zorlar. Düzen ve istikrarın ise gerektiğinde kolunu kaybetmek gibi kaçınılmaz maliyetleri vardır. Her iktidar zorunlu olarak bir biçimde şiddet uygular ve toplum üstünde kurabildiği baskı oranında hayatiyet kazanır. Ancak, iktidar zamanla kendisini çürütecek virüsü de (şiddet) içinde barındırır. Gücünü kaybetmekten korkan muktedirin artan adalet talepleri karşısında başvurabileceği yegane araç yine şiddettir. Başka şiddetleri bastırarak gücünü artıran ve meşrulaştıran mütehakkim, nihayet “hukuk normları içinde şiddet uygulama yetkisini” kullanan tek merci kalmanın çelişkisiyle yüzleşir: Şerik kabul edemeyeceği için tekilleşir ve zorbalaşır. Tekilleşip zorbalaştıkça kaçınılmaz son yaklaşır.

Hamit Bozarslan, Lüks ve Şiddet: İbn Haldun’da Tahakküm ve Direniş (İletişim Yayınları, 2016) başlıklı kitabında iktidar-tahakküm-şiddet etrafında süregelen tartışmaları oldukça güncel ve yakıcı bir sorunsaldan, İslâm dünyasının yönetim krizinden hareketle başarıyla yorumluyor. Fransızcadan çevrilen kitap, Bozarslan’ın Gabriel Martinez-Gros ile birlikte Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu’nda (EHESS) yaptıkları ortak derslerin ürünü. İslam Dünyası’nın içine düştüğü krize, çağdaş siyaset bilimi teorileri yerine 14. yüzyılda yaşamış bir İslâm düşünürü olan İbn Haldun’un penceresinden bakmayı hedefleyen yazarlar, bir yandan iktidar-şiddet, bedeviyet-hadariyet, emniyet-özgürlük, din-devlet, toplum-itaat-isyan, yerellik-evrensellik, kurallılık/pasifleşme, kuralsızlık/gaddarlaşma benzeri karşıtlıkları çağdaş sosyal bilimlerin ışığında analiz ederken metafizik kabullere, felsefi kurgulara itibar etmeyerek yaşadığı toplumların pratik tecrübesine odaklanan Mukaddime’yi bugüne taşıyor. Kitabın dikkat çekici pek çok özelliğinden biri, metinle kaynaşmış çarpıcı alıntılara yer vermesi. Bunlardan biri de İbn Haldun’cu düşüncenin seleflerinden olan ünlü hukukçu/fakih Maverdi’nin (972-1058) devletle ilgili görüşleri:

“Biliniz ki devlet (dawla), insanların iktidara biat etmeye can attığı, mizaçların sertleşmesiyle ve aşırı şiddet ile başlar. Ardından, bir ara aşamanın sonunda, iktidarın istikrara kavuşmasını ve huzurun egemen olmasını sağlayan sükunet ve sağduyuya ulaşır. Nihayetinde son aşamasının bir özelliği olarak, durumu zayıflar ve istikrarsızlaşır; böylece adaletsizliğin yayıldığı ve zafiyetin arttığı bir aşamaya varır. Birbiri ardına tahta çıkan hükümdarların görüş ve kişiliklerini bu üç aşamaya göre değerlendirmek gerekir. Eskiler, devleti meyveye benzetirdi: Yemyeşildi, görümü hoş ama tadı çok acıydı; olgunlaştığında, yumuşak ve değerli olurdu; zamanı geçtiğindeyse neredeyse bozulacak bir hâle gelir ve tabiatı değişecek gibi görünürdü.” (s. 31).

“Bazı iktidarların çökmesinin, diğerlerinin direnebilmesinin temelinde ne tür dinamikler vardır,” benzeri temel soruları İslâm kültür ve medeniyeti tecrübesi içinden, yerel-evrensel dengesini gözeterek asabiye gibi kendine mahsus kavramlarla analiz eden İbn Haldun “toplum ve medeniyetin vardığı son aşama olan medinenin nasıl ve hangi şartlarda kurulduğunu, niçin ve nasıl çöküşe uğradığını” bugünü dahi kapsayacak uzun erimli ve yetkin bir modelle açıklamıştı. Buna göre şiddetle kurulan bir iktidar “zaman içinde medenileşmekte ve ehlileşmekte, toplumu ‘ısırabil- mesini’ mümkün kılan dişlerini kaybetmekte, güvenliğini ancak parayla satın alabilmekte ve üç devrelik Aristotelesçi süreç sonunda çökmekteydi.” İbn Haldun’a göre “kent medeniyeti ancak ‘bedevilerin’ (ya da barbarların) kentlileşmesi ve medenileşmesi sürecinden geçmeleri yoluyla sağlayabilmekteydi.”

Arap Baharı sonrası kan gölüne dönen Ortadoğu’yu, yine bu topraklardan doğan evrensel bir model üzerinden anlamayı deneyen yazarlar “Acı olan, İbn Haldun’un 14. yüzyıl Arap alemi üzerine yazdıklarının neredeyse harfi harfine günümüzde gözlemlediğimiz tabloyla çakışmasıdır” hükmünü paylaşıyor ve uyarıyorlar: “Bugün Irak ya da Suriye’de yaşananın, yarın istikrarlı görünen refah devletlerinde yaşanmayacağı konusunda hiç kimse emin olamaz.”

Bozarslan’ın kitabının önemli kazanımlarından biri de okuyucuyu Mukaddimeyi aslından bir daha, dikkatle okumaya teşvik etmesi, hatta zorunda bırakması.

Başlanan ancak bitirilemeyen bir Mukaddime!

Lüks ve Şiddet

Lüks ve Şiddet: İbn Haldun’da Tahakkûm ve Direniş
Hamit Bozarslan
Çev: Melike Işık Durmaz
İletişim yayınları

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 9.sayısında yayınlanmıştır.