Nihal Yormaz

Sizleri 19. Yüzyılın en ünlü romanlarından biri olan Kırmızı ve Siyah’ın yazarı Stendhal’in, aşka ve hayata bakış açısıyla tanıştırmak istiyorum. İşe belki biraz yazarın çocukluğuna girerek başlamakta fayda var ama bugün bizi onun hayatından çok o hayatın Stendhal’in sanatına nasıl yansıdığı ilgilendiriyor. 1793’te Grenoble’da doğdu Stendhal ve 1842’de Paris’te öldü. Mutsuz bir çocukluğu ancak başarılı bir okul hayatı oldu. Annesini küçük yaşta kaybetti ve babasını hiç sevmedi. Gençliğinde orduya katıldı fakat ordunun kendisine ve kişiliğine uygun olmadığını anlayarak bir süre sonra ordudan ayrılarak Paris’e döndü. Burada tarih ve felsefeyle ilgilenmeye başladı. Aynı dönemde askerliğe de kısa süreliğine bir dönüş yaptı ancak sonrasında bir daha dönmemek üzere orduyla ilişkisini kesti.

Hayatı boyunca yaşadığı umutsuz aşkların sayısı oldukça fazlaydı ve bir gün bu aşklardan birinin peşinden İtalya’ya gidecek kadar gözünü kararttı. Yazı yazmaya ve umutsuzluğunun acısını satır aralarına saklamaya burada alıştı. 1827’de ilk romanı Armance yayınlandı; 1829’da ise Roma’da Gezintiler ile yazın hayatına devam etti. Bu kitapları çok fazla ses getirmedi zira Stendhal, ölümünün ardından değeri bilinmiş bir yazardır ki bu da tarihte birçok kez karşımıza çıkmış oldukça olağan bir durumdur. Asıl büyük eseri Kırmızı ve Siyah ise 1830’da yayınlandı ve bugün Stendhal’i Stendhal yapan en önemli eseri olarak dünya edebiyat tarihindeki yerini aldı.


Kırmızı ve Siyah
Marie-Henri Beyle Stendhal
Çevirmen: Cemal Bali Akal
Helikopter Yayınları

Stendhal para sıkıntısı çektiği ve hayatını idame ettirmek zorunda olduğu için konsoloslukta çalışmaya başladı. En büyük eserlerinden biri olan Parma Manastırı’nı konsolosluktaki görevinden izinli olarak ayrıldığı bir dönemde tamamladı ve bu kitabı da 1839’da yayınlandı. Kitaplarını yazabilmek için sürekli işinden izin almak zorunda kalan yazar yine bu amaçla aldığı izinlerinden birinde Paris sokaklarında yürürken bayılıp kaldırım kenarına yığıldı. Bu olaydan birkaç saat sonra da 22 Mart 1842’de kalp yetmezliğinden öldü.

Mutsuz bir aşk, en sıradan insanı bile düşünmeye, kafa yormaya, hayatı sorgulamaya iter çünkü kırılan bir kalbi en iyi tamir eden şey yine insanın kendisidir. Hayatı boyunca eline hiç kalem almamış insanlar bile aşk acısı çektikleri dönemlerde ya şiir ya günlük ya da hiçbir zaman sahibine ulaşmayacak mektuplar yazarken bulurlar kendilerini. Bugün Stendhal’in bizi alıp başka boyutlara taşıyan inanılmaz aşk cümlelerini okuyorsak, bunu onun ömrü boyunca yaşadığı mutsuz aşklara borçluyuz. Zira eğer Stendhal’in ilk aşkı mutlu sonla bitmiş olsaydı belki de hiçbir zaman eline kalemi almayacak ve yüzyıllar boyu okunacak aşk, acı, ihtiras, tutku dolu cümleleri hiçbir zaman yazılmayacaktı. Bu durumda belki de şükretmek gerek Stendhal’in tüm hayatı boyunca aşkta mutluluğu yakalayamamış olmasına. Ne mutlu bize ki, yaşadığı tüm mutsuz aşklar ondan geriye mükemmel eserler bıraktı. Güzel, esrarengiz bir İtalyan kadınına duyduğu umutsuz aşktan, De L’Amour – Aşk Üzerine gibi müthiş aforizmalarla dolu bir kitabın çıkmış olmasını da buna örnek olarak verebiliriz.

De L’Amour, yazarın yarı felsefi yarı edebi bir dil kullandığı ve duygu dalgalanmalarının yaşandığı bir kitap. Stendhal, bu kitabı hakkında konuşurken her satırında ağlamak için yazmaya ara vermek zorunda kaldığını söylemiştir. Durum böyle olunca da kitaptaki duygu dalgalanmaları anlam kazanıyor. İnsanı içine çeken De L’Amour’un en ünlü bölümlerinden birinde bahsedilen kristalleşme kavramı da bu dalgaların izini büyük ölçüde taşıyor. Bakın Stendhal bu kavramı nasıl açıklıyor:

“Kristalleşme yalnızca ağaç dallarına özgü değildir. Yaşadığı uzun kışın ardından, çırılçıplak bir ağaç dalı olan insan, aşkı tanıdıktan sonra bin bir kristalle kaplanır. Doğadaki her şey daha güzeldir, sevdiği kişide fark ettiği her yeni özellik yeni bir kristaldir onun için; çok daha güzeldir, çok daha parlaktır. İşte kristalleşmiştir insan; fakat artık çok daha kırılgandır.”

Bu kristalleşme durumu Stendhal’e göre aşkın aşamalarından biri ama bu konuya birazdan gelelim istiyorum. Çünkü önceliği De L’Amour’un diğer bölümlerinin üzerinden geçmeye ve bir insanın kristalleşmeden önce aşkın hangi aşamalarından geçtiğini görmeye vermek istiyorum.

De L’Amour’da Stendhal, aşkından deliye döndüğü bir kadına nesnel bir gözle bakmaya çalışıyor ve yeryüzünde aşktan daha güçlü başka bir duygunun olamayacağına, bu duygunun insan ruhunda geri dönülmez yaralar açtığına ve köklü değişiklikler yaptığına dikkat çekiyor. Yazarın bu büyük ve ulaşılmaz aşkının 1825’te ölmesi ise Stendhal’in onu ömür boyu kalbinde yaşatmasına ve bu aşkın bir saplantıya dönüşmesine sebep oluyor. Eserin ilk bölümünde Stendhal, aşkın çeşitlerini ve her çeşidinin ayrı bir dayanağı olduğunu anlatıyor. Sonrasında ise sıra aşkın aşamalarına geliyor. Aşkın aşamalarına değindiği yer, eserin ikinci bölümü ve Stendhal bu aşamaları şöyle özetliyor:

  1. Hayranlık…
  2. Onunla olmanın büyük hazzı: Ona öpücükler vermek, ondan öpücükler almak ne büyük zevk, vs. !
  3. Umut…Nitelikler incelenir bu evrede ve bir kadının olabilecek en büyük fiziksel zevk için kendisini vermesi gerekir. Kendini en çok sakınan kadınlarda bile umuttan anında gözler kızarır; tutku o kadar güçlü, zevk o kadar canlıdır ki çarpıcı görünümlerle kendini ele verir.
  4. Aşk doğar…Sevmek, tüm duyularla ve mümkün olduğu kadar yakından sevilen nesneyi ve bizi seveni görme, ona dokunma ve onu hissetme zevkine sahip olmaktır.
  5. İlk kristalleşme başlıyor…İşte beklediğimiz bölüm tam da burası. Bir insan nasıl kristalleşiyor? Her büyük aşkta insan, arzu ettiği kişiye fiziksel olarak sahip olmakla duygusal olarak sahip olmak ikileminde bocalarken birden kendini umut ve çaresizliğin karışımı olan aşk duygusunun içinde bulur ve hisler aşka dönüştüğünde ise insan bir kristale dönüşür. Stendhal’ın “kristalizasyon” diye adlandırdığı bu süreçle ilgili açıklaması ise şöyle:“Bir aşığı yirmi dört saat düşünceleriyle baş başa bırakırsanız şu olacaktır: Salzburg’un tuz madenlerinde, terk edilmiş çalışma alanlarına kış soğuğundan kurumuş, yapraksız ağaç dalları atarlar. İki ya da üç ay sonra üzerleri pırıl pırıl kristalle kaplanmış dalları geri toplarlar. Küçük bir kuşun pençesinden daha ince bir dal bile, galaksilerce elmasın ışıltısıyla hayat bulmuştur. Dalın aslı artık tanınmayacak haldedir. Kristalizasyon dediğim şey, sevilenin mükemmelliğini kanıtlayan her yeni şeyden beslenen akli bir süreçtir.”
  6. Kuşku doğar…Stendhal, insanın âşık olabilmesi için aşk duygusuna mutlaka kuşkunun da eşlik etmesi gerektiğini düşünüyor ve işte bu yüzden de aşkın bir sonraki aşamasının adı “Kuşku” çünkü Stendhal’e göre kuşku yoksa kristalleşme de yok. Umudun ortaya çıkışıyla aşkın ilk sorhoşluğundan kurtulan çiftlerin içine artık sevip sevmeme kuşkusu düşmüştür ve hayatın diğer zevkleriyle ilgilenilmeye çalışılır.
  7. İkinci kristalleşme başlıyor…

Fakat artık hayatın hiç zevki kalmamıştır ve bu aşamada tekrar kristalleşme başlar. Karşı tarafın kendisini sevdiği ve tüm güzelliklere sahip olduğu düşüncesine sığınılarak ortadaki kuşku yok edilir. Fakat kuşku kalbe bir kez düştükten sonra artık eskisi gibi olamaz insan ve aşkının karşılıklı olduğuna dair kanıtlar görmek ister. Son tahlilde Stendhal’e göre birbiriyle sıkı sıkıya ilişkili bu aşamalardan geçmeden aşkın aşk olması mümkün değildir.

Denemenin son bölümüne geldiğimizde ise Stendhal’in çok sevdiği bu kadına 1818 ile 1821 arasında yazdığı umutsuzlukla dolu 9 mektupla karşılaşıyoruz. Kitabın geneline baktığımızda ise Stendhal’in aşk duygusuna bağımlı olduğunu hatta bu duygudan, verdiği tüm acılara rağmen hiçbir zaman kaçmadığını görebiliyoruz. Ki zaten anılarını özetlerken kendiyle ilgili söylediği şu cümleler de onun bu konuya nasıl yaklaştığını açıkça gözler önüne seriyor: “Benim normal halim, müziği ve resmi derinden seven mutsuz bir âşığınkidir. Hayal kurmak aralarında yapmayı en çok sevdiğim şey.” Belki de edebi zenginliğini yaşadığı acılara ve kurduğu hayallere borçlu olan Stendhal’in, hayatına giren herkese teşekkür etmeliyiz zira onlar olmasaydı Stendhal de olmayacaktı. 

Arka Kapak dergisi 15. sayı