Röportaj: Volkan Alıcı

Altı öykü kitabı ve bir gençlik romanının ardından bir öykü kitabına daha kavuştuk Ahmet Büke’nin: “Yüklük”. İlk öykülerinden bugüne, yeni biçim arayışlarını denemekten korkmayan, bunu yaparken de öyküde -dil ve üslubuyla- kendine özgü bir ses ve yapı kurmayı başaran yapıtlarıyla edebiyatımızda önemli bir yer edindi Ahmet Büke. Ödüller de aldı, ama daha önemlisi, çok sevildi öyküleri.

O, hapishanelerde zulme uğrayan ya da iş cinayetlerinde yaşamını yitiren çocukları da yazdı, bir sınır köyünde savaş uçaklarının bombardımanıyla parça parça edilenleri de. Acıdan, adaletsizlikten, zulümden, yoksulluktan, yoksunluktan payını alan kim varsa, dile geldi onun öykülerinde. “Edebiyat, hayatı anlamamıza ve değiştirmemize yardım etmiyorsa onda umut yoktur. Umut vermeyen bir şeyle de kimse ilgilenmez. Bugün edebiyatın yaşadığı krizi biraz da burada aramak gerekiyor. Politik olanı dışlayanı hayat da dışlıyor” dedi.

“Yüklük”teki bir öyküsünde geçen şu sözleri Ahmet Büke için söyleyebilirim gönül rahatlığıyla: “Kısa kısa yazdı. Ama okuyanların içinde ocaklar yakacak kadar güzeldi hepsi.”

Evet, sözü daha fazla uzatmayalım; Ahmet Büke ile yaptığımız söyleşiye geçelim.

Yazarlık kimilerinin ilk gençlik ya da gençlik hayali, ki onlar bir şekilde hazırlar kendini yazmaya; kimileri için daha plansız programsız, pek çok nedenin yönelttiği bir uğraş. Senin öykücülüğün hangi yollardan geçti peki; öykü yazmaya nasıl başladın?
Aslında geç yazmaya başladım. İlk öyküye 32 yaşımda (2002’de) oturdum galiba. Edebiyat büyülü bir dünya idi ama orada yazar olarak da yaşayacağım hiç aklıma gelmemişti. Sevdiğim kitapları okşar dururdum daha çok. Yazmaya biraz arkadaş mavrası olarak başladım. Eski arkadaşlarla kurduğumuz bir mail grubu vardı. Yarı gerçek, yarı uydurma metinler yazıyordum. Hoşuma da gitti öykü yazmak. Arkadaşlarımın dışında beğenenler de oldu. Ama yazdıklarımdan birkaçı arka arkaya Adam Öykü’de yayımlanıncaya kadar pek ciddiye almamıştım. Sonra Necdet Şen, derkenar isimli sitesinde yer verdi yazdıklarıma. Bir polisiye öyküler yarışmasında (Xasiork) dereceye girdim (2002), öyle sürdü gitti. Sebat etmem sanırdım, kendimi de şaşırttım.

Senin için birisi, “O doğuştan öykücü” demişti. Zaman zaman dillendirilir bu doğal yetenek meselesi. Ne diyorsun buna? Doğuştan öykücü, şair, romancı olunur mu?
Benim için iddialı bir şey doğuştan öykücü olmak… Doğuştan olunur mu emin değilim ama yazı çizi işlerinde çevresel etkenler ve tesadüfler çok önemli galiba. Misal, rahmetli dedem okuyabilseymiş ve koşulları farklı olsaymış sıkı bir bilimkurgucu olurmuş. Uzaydan gelen tilki ile Gördesli horozun büyük savaşını seri masallar olarak yıllarca anlattı bana.

Edebiyat kuramlarıyla başının hoş olmadığını biliyorum. Peki senin öykü yazma sürecin, öyküye hazırlığın nasıl? Nasıl yazıyorsun?
Bir hazırlığım olmuyor. Bazen günlerce aklımda görüntüler, gördüğüm bir yüz ya da müzik dolanıp duruyor. Sonra oturup onlardan öykü çıkartıyorum. Annem bizim sökülmüş, eskimiş kazaklardan renk renk paspaslar örerdi. Ona benzetiyorum kimi zaman yaptığımı. Çok özel koşullara ihtiyaç duymuyorum. Hemen bütün öyküleri, başka işlerde çalışırken ya da öğle tatillerinde yazdım. Yazdıktan sonra bir kere okuyorum. Hoşuma gittiyse saklıyorum. İyi olmadığını hissedersem siliyorum. Allah’tan bilgisayar var. Çok kolaylaştırıyor işleri.

İyi öyküyü nasıl tanımlarsın?
Moda deyimle “özgül ağırlığı” olan metinler, kendi hacminden çok daha fazla zamanı içinde barındıran ve anlatmaktan çok hissettiren kurgular, bana iyi öykü gibi geliyor. Ama çok öznel hisler bunlar.

Bir yerde, Twitter olabilir, “Zorun ve delirmenin en dibinden gelenler var: İyi yazma ihtimali olanlar onlar işte” demiştin. Bunu açar mısın biraz?
Bazı yazarlar, nasıl yaşıyorlarsa öyle düşünüyor ve yazıyorlar. Benim favorim onlar işte.

Epeydir, “Genç yazarlara öğütler”, “Öykü yazmanın püf noktaları” gibi yazılara, soruşturmalara sıkça rastlar olduk. Ne diyorsun bu mevzu hakkında? İşe yarar mı sence?
Gençlik, toplumun üzerinden en çok tepindiği kavramların başında geliyor. Bence herkesin aklı kendine yeter. Çok istiyorlarsa kendi kendilerine öğüt verebilirler. Babam bana sürekli tutmayacağım öğütler verirdi, annem ise hata yapmama, ağzımı burnumu kırmama izin verirdi. Yazıyorsam annemin sayesindedir. Öğüt vermek ile edebiyat eleştirisi arasındaki farkı yazmama da gerek yok herhalde.

Peki yaratıcı yazarlık atölyeleri… Yazarlık, atölyelerde öğrenilebilir mi?
İyi kurgulanmış, hakkını veren atölyeler elbette gönüllü katılımcılara faydalıdır. Zaten bu tür çalışmaların en başından, “Buradan sizi yazar olarak uğurlamayacağız, böyle bir amacımız yok” der.

Bir keresinde kartvizitindeki isminin altına “Şair-Yazar” yazan birisine rastlamıştım. “Öykü, şiir ya da roman yazmak”tan çok, “öykücü, romancı, şair OLMAK”, yani yaratıcı etkinliğini bir kimlik olarak göstere göstere yaşamak daha önemsenir gibi oldu sanki. Senin gözlemlerin neler?
Edebiyata yakın, yazar ve şairlerin çoğuna uzak yaşamak en iyisidir. Kesin bilgi 🙂

Bugüne kadar, Roboski’den hapishane kıyımlarına, Dersim’deki acıdan işkencede ölümlere kadar onca trajediyi öykülerinde var ettin. Yüklük’te de bu tutumun sürüyor. Yazdıklarınla politik, insani, vicdani bir tutum alıyorsun. Ama bazı yazarlar, yaşanan acılara gözlerini yumup, ortaya koyduğu eserlerle, “Ben politikadan uzak duracağım” diyorlar sanki. Bunun edebiyatta, sanatta ve hayattaki karşılığı ne?
Farklı farklı edebiyat anlayışları var, hepsi de saygıdeğer bence. Ben attığımız adımın bile politik olduğunu düşünüyorum. Başka türlü olamayacağım için de böyle yazıyorum. Bence edebiyat kimsesizlerin kimsesidir.

Yüklük’te, “Süngerli Odalarda” “çocuklara kıyıyorlar hâlâ” demişsin. Adanalı çocuk işçi Ahmet’in öyküsünde, “Adana tutuşsun ucundan” diye devam etmişsin; “Tina Modotti Ha Muerto” başlıklı öykünde ise, “Öykü ayaktakımının eline geçerse şehirler zengin uçlarından tutuşabilir” demişsin. Öykülerini, türlü yollarla çocuklarına kıyan bir çağa, ülkeye, topluma sözcüklerle “Yeter!” çığlığı, hem de edebiyatın yaşananlara tanıklığı, kayıt düşmesi diye yorumlasak, doğru ifade etmiş olur muyum? Öykü yazmaktaki “derdin” bu mu?
Üzerinde düşündüğüm ve karar verdiğim bir derdim yok aslında. Yani yazmak için soylu nedenlerim yok. Ayrıca edebiyatın da hayatın üzerinde olduğunu düşünmüyorum. Bütün bu olanlar benim için nefes almak gibi, çok da üzerinde düşünmeden yaptıklarım. Başka türlü olamama hâli belki de.

Son üç kitabında biçim denemelerine daha çok rastlıyoruz. Öyküde bu deneyselliğin bir ölçüsü var mı?
Hep aynı biçimde yazmak sıkıcı olurdu herhalde. Öyküde bu alan sonsuza yakın, ama bir şiir değil elbette.

Öykülerinde biçimsel olarak daha az sözcük kullanır oldun. Küçürek öykü denen türü benimsediğin görülüyor. Sözcükten tasarrufun, böyle bir biçime/yönteme yönelmenin nedenleri nedir?
Küçürek öykü çok sevimsiz bir isim geliyor bana önce onu söyleyeyim. Derdini de anlatamıyor ayrıca bence. Önemli olan anlatmak ya da daha doğrusu hissettirmek. Bunu daha az yazarak yapabiliyorsan uzun yazmaya gerek yok bence. Özellikle kısa yazayım diye çabalamıyorum. Öyküler kısa geliyor.

Yüklük’te Platonov’a, Vüs’at O. Bener’e, Sevgi Soysal’a, Sait Faik’e selam ve muhabbet de var. “Seni en çok etkileyen, iyi ki yazmışlar dediğin isimler nedir?” sorusunun yanıtı mı bu isimler?
Hepsi bunlar değil tabii. Ama Yüklük’teki isimler arasında tılsımlı bir ilişki var gibi geliyor bana. Uzaydan, aynı gezegenden gelmişler gibi.

“Bunu bana değil eleştirmenlere sor!” diyebilirsin, ama soracağım yine de: Türkiye’de öykünün bugününü ve geleceğini nasıl değerlendiriyorsun? Genç öykücüler gelecek için umut vaat ediyor mu?
Gençler bu konuda benim kahramanlarım. Öyküyü seviyorlar, dergi çıkarıyorlar, yazıyorlar. Çok iyi okur ve izleyiciler. Bu işi alır götürür onlar.

Bugünlerde ne okuyorsun, ne izliyorsun; nasıl geçiyor zaman?
Metin Eloğlu’nun öykülerini okuyorum. Büyük bir hazine bırakmış bize giderken. Nur içinde yatsın.

yazar-kitap