Röportaj: Yunus Emre Tozal, Erkan Şimşek

Her şeyden önce fotoğrafı netleştirmek adına İhsan Oktay Anar’ın Türkçe roman dünyasındaki koordinatlarını modern-postmodern tartışmaları bağlamında çizebilir miyiz?

Bu noktada kesin olarak söyleyebileceğim bir şey – benim tezim de bunun üzerineydi zaten- İhsan Oktay’ın postmodern bir yazar olduğudur.

Bir dünya tasavvur ediyor ve onu bize aktarıyor… İhsan Oktay Anar’a dair yaptığınız tez çalışmasında çıkış noktanız neydi?

Evet bu işin ayrı bir yönü ama teze dönersem benim çıkış noktam şuydu: O zamana kadar üç romanı çıkmıştı, “Üçünde de üstkurmaca tekniği kullanılmıştır,” iddiasındaydım. Ama daha fazlasının olduğunu fark ettim. Puslu Kıtalar Atlası, Kitab-ül Hiyel ve Efrasiyab’ın Hikâyeleri’ne baktığımız zaman tanım olarak “üst kurmaca roman”lar görüyoruz, bu sadece tekniğin hasbel kader kullanılmış olmasından öte bir durum. Üstkurmaca postmodern romanın anahtar tekniğidir. Tekniği ontolojik bir soruşturma için, mesela “farklı dünyaların varlığı ve bu varlık düzlemleri arasındaki ilişki” üzerine düşünmek için kullanırsanız ortaya postmodern romanlar çıkar. Dolayısıyla Anar, postmodern bir romancı, bunu net bir şekilde söyleyebilirim.

Üstkurmacayı biraz daha açabilir misiniz?

Üstkurmaca yanlış algılanabiliyor. Hikâye içinde hikâye gördüğü zaman insanlar –kurmaca var bir de üstünde bir kurmaca daha var- o zaman bu üstkurmaca diye düşünüyorlar ama bu tanımlama için yeterli değil. Ne hedefliyor yazar bunu yaparak? Ve ortaya neler çıkıyor… Burada ontolojik bir meseleye doğru ilerliyoruz. Yani, modern romandaki daha epistemolojik diyebileceğimiz araştırmadan ziyade ontolojik bir yere doğru gittiğimizi söyleyebilirim çünkü varlık üzerine sorular soruyor. Başka dünyalar var olabilir mi sorusu bunlardan bir tanesi. Üstkurmaca dendiği zaman aslında bizim anlamamız gereken yazarın kendi taktiklerini, roman tekniklerini açık ettiği, dolayısıyla ortada kurmaca bir eser olduğunu okuyucuya tekrar tekrar hatırlattığı düzlem. Modern romanda, gerçekçi roman ya da klasik roman bu çerçevenin içindedir, bunun tam tersi. Size gerçeklik vehmi yaşatmak için, elinizdekinin bir kurmaca olduğunu unutturmak için her şeyi yapar. O romanlarda üstkurmaca taktikleri hiç mi görmezsiniz, elbette görebilirsiniz, ama bir gerçeklik yanılsaması yaratmayı önemser bu taktikleri kullanarak. Siz de buna kanmaya okur olarak dünden razısınızdır zaten.

Ahmet Mithat Efendi için de postmodern diyenler var, bu iddia hakkında ne söylersiniz?

Ahmet Mithat’ta mesela, postmodern bir romancıdır diye iddia edip bunu üst kurmaca kullanıyor şeklinde açıklamaya çalışabilirsiniz ama hedeflediği şey farklı olduğu için aslında tam tersi bir iş yapıyordur. Dolayısıyla ona postmodern demek çok mümkün olmaz. Müşahedat romanı üzerine tartışmalar var. Romancı romanın içine giriyor ama romana Uzun İhsan gibi dahil olan bir yazardan bahsedemiyoruz. Ahmet Mithat gerçek kimliği ile hatta gazeteci-romancı kimliğiyle romanın içine giriyor. Yani biz orada, evet roman içinde romanın yazılmasını izliyoruz ama izlediğimiz hikâye sadece bir romanın yazılma aşamaları. Hedeflediği şey, “bakın aslında bu bir kurmaca eserdir” iddiası değil, natüralist bir roman yazmanın peşinde, uç noktada gerçekçi olsun diye düşünüyor. Bunu da romanın içine girerek başaracağına inanıyor. Okuyucunun aklında şu canlanıyor: Ahmet Mithat vapurda birileriyle karşılaştı, bu bildiğimiz Ahmet Mithat, gazeteci ve yazar, bir tanıklığını anlatıyor ve biz de bu yolda onu izliyoruz, böylece anlatılanın gerçek olduğuna daha fazla ikna oluyoruz ama Puslu Kıtalar Atlası’nı okuduğunuzda sürekli size ben gerçek değilim diyen bir yapı var. Bence, Karı Koca Masalı üstkurmacalık bakımından Müşahedat’a göre daha fazla veri içeriyor ama en nihayetinde romancı olarak niyetiniz önemli, bu taktiği ne için kullandığınız konumlandırıyor eserinizi.

Umberto Eco “Her dönemin bir postmoderni vardır,” der. Bu geçiş dönemlerindeki çalkalanmalarla dünyaya bakışı, evrene bakışı, kozmolojiyi aslında daha farklı değerlendiren, sil baştan değerlendiren, mevcut kozmolojinin dayatmalarına karşı çıkan denemeler var. Dolayısıyla, geçiş dönemlerinde farklı yazma biçimleri ortaya çıkabiliyor. Roman türünün ortaya çıkışına dönersek böyle bir krizden etkilenildiğini söyleyebiliriz. Farklı bir dünya anlatma ve bunun yazınsal türünü bulma çabası söz konusu. Dolayısıyla roman geleneğini başlatan eserlerde bu tür taktikleri görebiliyoruz. Don Kişot’ta da üst kurmacayı görebilirsiniz bolca. Benim de bu alana yönelmemi sağlayan, Jale Parla’dan aldığım Don Kişot dersleri oldu ve orası çok ilgimi çekti. Hakikati anlatmada, üstkurmacanın söylediği yeni bir şey var. Hakikatin içine anlatanı da sokuyor. Yazma sürecinin unsurlarının aslında birbirinden kopuk, moderndeki gibi çerçevelenmiş yapılar olmadığını gösteriyor. Bütün çerçeveleri ve içindekileri yan yana getirmek… Don Kişot’un yaptığı bu aslında. Onların bir çerçeve olduğunu bize hatırlatmış oluyor. Biraz da İhsan Oktay’da gördüğümüz şey o.

Kitabın başında bir tarih bölümü vardı, hiç hatırlar mısınız hangi tarihten bahsediyordu?17. yüzyıldı sanırım, kesin bir tarih yok, kainatın yaratılışını, İsa’nın doğuşunu baz alıp eğlenceli ve muğlak bir tarih düşüyor…

Klasik bir tarih romanı gibi değil farklı bir tarihlemesi var. Kun-i kâinattan 7079, İsa Mesih’ten 1680, Hicret’ten dahi 1092 yıl dediği zaman bütün hakikat çerçevelerini yan yana getirmiş oluyor. Şu anda kaç yılındayız? 2016. Neye göre? Bunu hiç düşünmüyoruz, evrensel kabul ediyoruz. Bu çok alıştığımız bir şey ama burada birçok tarihi bir arada görünce bir dakika diyorsunuz. Modern bir roman olsaydı bize 1681 diye kesin tarih verecekti gerçeklik vehmini yaratabilmek için, başka tarihleri karıştırmayacaktı. Biz de acaba o dönemde Osmanlı miladi takvim kullanıyor muydu diye sormayacaktık. Bütün o büyük anlatılarla dalga geçerek onların hepsini göreceli hâle getiriyor. Hakikat dereceleri ile oynuyor. Romanda bize hakikati aktaranlar da, yani rivayet edenler de hiç güvenilir değil. Hem de bir değiller iki değiller, hangisinin söylediğini daha gerçek kabul edeceğiz?

Postmodern romana karşı “hakikatle, dünyayla ve insanla” ilgisi yok babında yapılan saldırılara ve dolayısıyla modern roman savunucularına da cevap gibi söyledikleriniz. Yani postmodern romanı siz mahkûm etmediğiniz gibi hakikatin farklı veçhelerini burada da bulabilirsiniz diyorsunuz.

Yani, tam aksine postmodern dil felsefesine baktığımız zaman, Aristo’nun, bir bakıma modern romanı da teknik anlamda temellendiren düşüncesinin tam tersini söylemeye başlıyor. Stendhal’ın söylediği “Roman, yol boyunca tutulan aynadır,” lafı aslında şu demek: Kelimeler bir ayna gibi bire bir gerçekliği yansıtabilir. Yani önkoşul olarak şunu kabul ediyor: Dışarıda bir “gerçeklik” var. Ama postmoderne döndüğünüzde, bu bakışı temellendiren dil anlayışının tam tersi bir yere yöneliyorsunuz. Kabaca şöyle açıklayabiliriz: Aslında anlamlı bir gerçeklik yok, kaos var ortada, kültürümüzün dille yaptığı şey onu düzenleyip bize aktarmak, dahası bunu hakikat olarak kanıksamamızı sağlamak. Dünyayı anlamlandırdığın her anda zaten mevcut kültürün kelimeleriyle kurulmuş dünyayı hakikat olarak kabul ediyorsun. Dolayısıyla ben kelimelerle kurmaca bir dünya sunduğumda sana o anlamda hakikati sunmuş oluyorum, yani zaten kurmaca olan hakikati aktarmış oluyorum.

Dolayısıyla “halihazırda verili bir gerçeklik var, ben onu anlatıyorum” bakışını bir kenarı bıraktığınızda bu gerçekliği kurduğu iddia edilen o “öz”ler de kurmacanın sıradan birer parçasına dönüşüyor. Bahsettiğiniz “hakikat ilgisi yok” yorumu biraz oradan çıkıyor. Çünkü büyük anlamlar atfedilen, hakikatin üzerine kurulduğunu varsaydığımız temel kavramlar da alaşağı ediliyor ya da konumlarından ediliyorlar. Tabii bir de bütün o büyük anlatıları parodiye çeviren oyuncu hal de devreye girince, ciddiye alınmayacak bir duruş diye değerlendirilmesinin önü açılıyor. Ancak mesele hakikatse postmodern romanın abartı kaçmayacaksa hakikatler üstü olduğunu söyleyebiliriz.

Aslında modern bir karakter de vardır romanda. Bilgiye açlığı ve susamışlığıyla, bilginin güçle eşdeğer olduğu fikriyle Ebrehe. Bir nevi Faust.

Evet, bir şekilde kurtulmaya çalıştığı bir mahşer günü var. Ama içinde bulunduğu dünyadan çıkma, kurtulma düşünü gerçekleştiremez; yani üstkurmacasal anlamda düşünürsek roman dünyasının dışına çıkamaz. Kendi dünyasının çerçevesinin içinden çıkmaya çalışıyor ama bunu yapması imkânsız çünkü bunu çerçevenin içindeki bilgiyle yapmaya çalışıyor. O dünyanın sınırlarından çıkan kişi Bünyamin oluyor. Bir anlamda tevekkülle kendini akışa bırakan ve dışarıdan gelen sese, bu dünyayı kuran sese uyan Bünyamin. Dertli, onun elinden tutuyor, dışarıya, romanın kurduğu dünyanın dışına çıkarıyor. Ve orada Bünyamin’le biz okurlar birbirimize değiyoruz. Nasıl olduğunu söylemeyeyim, o da okurlara bir bulmaca olarak kalsın. Bu farklı dünyaları ya da farklı varlık düzlemlerini aynı hizaya getiren bir taktiksel çaba aynı zamanda. Ya da üstkurmaca taktiği bu yolda kullanılıyor diyelim. Romanın kurduğu hiyerarşiye dikkat ederseniz -Ümit Kıvanç imzalı ilk kapakta da görüyorduk bunu-, Saray’a girmiyoruz bile ve hiçbir karakter diğerinin önüne çıkmıyor.

Puslu Kıtalar Atlası modern bir roman olsaydı, padişahı ya da Safiye Sultan’ı falan merkeze alır mıydı?

Bildiğimiz anlamda bir kahramanı da yok romanın. Herbiri kendi içerisinde kendi hikâyesini döndüren kahramanlar arasında belli bir hiyerarşinin kurulmadığı, birçok hakikatin yan yana geldiği bir roman bu. Mesela Mehdi yakalandığı anda romana son versek ne olur? Öğrencilerime bunu soruyorum. Çoğunun Ebrehe’nin bilgilerinin kaybolmasına gönlü razı olmuyor, o bilgilerin korunmasını sağlardım, hatta saraya ulaştırırdım diyor bazıları. Bu, modern kozmolojinin etkisi. Ama burada aslında o bilgilerin hiçbir anlamı olmadığını gösteren, sadece hiyerarşi kurmaya yarayan bir yapı oluşturduğunu anlatan bir hikâye var. Romanda saray en üstte gözüküyor ama Ebrehe gizli teşkilatın elindeki bilgilerle onları yönetiyor, onun üzerine bir çarpı atabilirsiniz. Ebrehe ve teşkilatının üstüne dilenciler bir çarpı atıyor, dilencilerin üstüne Dertli bir çarpı atıyor. Tipik olarak post modern romanda gördüğümüz özelliklerden biri bu. Kendi kurduğu dünyayı alt üst ediyor. Hatta kurmuyor bile bazen. Çünkü kurduğu anda modern yapıdaki gibi bir söz söylemiş, kozmoloji kurmuş oluyor.

İhsan Oktay Anar’ın sadece oyunbaz fanteziler kuran bir yazar olarak değerlendirmek doğru mudur? Hikâyelerinin aynı zamanda örtük bir siyasi eleştiri içerdiği söylenebilir mi? Yoksa alegoriden ısrarla kaçtığını söyleyebilir miyiz?

Son kitabında, Galiz Kahraman’da epey var. Tabii siyasi eleştiri ve alegori dediğiniz için akla ilk o geliyor. Ama Amat da alegorik pek çok unsur barındırıyor, gerçi siyasi alegori olarak alırsak pek mümkün değil. Puslu Kıtalar için de siyasi alegori demek mümkün ama Galiz Kahraman’daki alegoriyi başka tarafa çekmemiz çok mümkün olmayabilir. Çok net, belli bir tarihi anlatıyor, kimi kastettiğini biliyoruz. Puslu Kıtalar’da bu kesinlik yok. Bu şunu da getiriyor aslında bir bakıma. Kısıtlamıyor onu. Öğrencilerime bu romanın sonunu yazdırma hikâyesini tekrar düşündüğümde ilginç bir değişim geliyor aklıma: On sene önce bunu yazdırmaya başladığımda gizli teşkilat, MİT ya da derin devlet gibi konumlanıyordu. Sonrasında bu algı yavaş yavaş paralel devlet şekline dönüştü. Sürekli güncelleniyor hatta son yazdırdığımda Osmanlı’yı yeniden canlandırma, saraya şöyle bir destek atma hevesi de görünür bir tema olarak öne çıkıyor, şu padişahı bir uyandıralım mevzuya diye düşünen öğrenciler var. İçeriklerini bir tarafa koyarsak bu algı değişiklikleri eserin her döneme göre esneyerek farklı yorumlara kapı açabiliyor olduğunu gösteriyor. Galiz Kahraman diyelim ki elli sene sonra okuduğunda da o alegorik bölümleri doğrudan “2010’larda…” diye başlayan bir referansla anarsınız.

Oyunbaz fanteziler demiştiniz, evet kuruyor, kendisi de söylüyor zaten, ben bir panayırın içerisine giriyorum diye. Oyunbazlık, biraz önce bahsettiğim yere tekabül ediyor. Sadece oyunbazlık olsun diye yapmıyor. Dünyayı, evreni algılama biçimi söz konusu orada. Onu aktarırken oyunbazlık ön plana çıkıyor. Çünkü moderndeki ciddiyet bunu engelliyor.

Uzun İhsan karakteri aslında yazarın kendisi, yazarın romandaki varlığı sadece eğlenceli bir oyun mu yoksa enikonu varoluşçu hesaplaşma mı?

Bütüncül bir bakışla değerlendirdiğinizde özellikle ilk üç romanda Uzun İhsan’ın bir hikâyesini görüyoruz. Bunu yazmayı da düşünüyorum ben, muhayyel yazarın evrimi. Bu yazar ilk romanda kendisinden masum ve şaşkın adam olarak bahsediyor. Modern romanda bunu görmeyiz. Tanrısallaşmış bir yazar vardır. Tolstoy’un bir fotoğrafı var, hafif aşağıdan çekilmiş, Mikelanj’ın Sistine Şapeli’ndeki tanrısına benzer; tip olarak da ona benzer ve çok emindir kendinden. Üst kurmacada zaten yapılan işlerden bir tanesi bu. O tanrı yazar fikrinin parodisini yapmak. Böylece yazar, okur, kahraman arasındaki sınırlarla da oynar. Modern romanda geçişlilik yoktur bunların arasında. Ama bu oyuncu yazar işin içine girdiğinde o hiyerarşiyi kırıyor. Puslu Kıtalar Atlası’nda Bünyamin’le eşleştiği anlar var Uzun İhsan’ın. Rüyasındaki akiste Bünyamin’i görüyor. Başka bir yerde sakalını tıraş ederken karşısında Uzun İhsan Efendi var. Gerçekliğin hangisi olduğundan, yazar Uzun İhsan, yoksa İhsan Oktay Anar mı demeli, emin değil. Biz, okur olarak romanı açtığımızda Bünyamin de atlası açıyor ve okuyor, biz de onunla birlikte o fal tuttuğu yerleri aynı anda okuyoruz. Aynı anda onunla aynı macerayı yaşıyoruz. Okurla da eşitlendiğini görüyorsunuz kahramanın. Bu, sadece oyun olsun diye yapılan bir iş değil, hiyerarşiyi de belli anlamlarda kıran bir yapı.

Anar, okurla yazar arasında demokratik ilişki mi kuruyor?

Evet, böyle bir ilişki kuruyor, okuyucusuna daha geniş alan bırakıyor, son sözü söyleme iddiasında değil. Zaten romanını başkasına yazdırıyor, hikâyeyi başkasına anlattırıyor, yazarlık otoritesini devrediyor bir bakıma ve romanların varlık düzleminde de olsa Ebrehe’nin o hayalini, bilgiyle kurabileceğini düşündüğü hayalini gerçekleştiriyor. Ölümden kaçıyor. İlk romandaki o mahzun ve şaşkın adam ikincide Hiyel/Hayal Nazırı oluyor, bir mertebe atlıyor, üçüncüde ise ölümden bile kaçabilecek bir hayaller dünyası kuruyor. Ölüm ve Cezzar Dede hikâye anlatma işini üstlenirken Uzun İhsan cennetin katlarında ölümle dalgasını geçerek dolanıyor.

İhsan Oktay Anar, hamasi tarih romanı geleneğine hiç bulaşmadan bambaşka bir fantastik tarih roman anlayışı inşa etti. Semih Gümüş’ün ifadesiyle yeni bir yazınsal durumdur bu. Bu yepyeni durumun tarihle ilişkisini nasıl kurabiliriz?

Tarihsel romana bakışta biraz önce söylediklerim geçerli. Bunun dışında ne söyleyebiliriz; çok farklı bir tarih okuyucusudur, bunu söyleyebiliriz. Hulki Aktunç’un yazdığı önsözde de zaten bu belirtiliyor. Derslerde okutulan tarihi okumuyor yani.

Tarih kitabı niyetiyle yazılmamış bir kitaptan bile İhsan Oktay hem tarihî hem edebî veri toplayabiliyor anladığım kadarıyla.

Evet, mesela bir dilenciler loncası var mıdır sizce Osmanlı’da? Ben çok merak ettim bunu. Öyle iç içe sokuyor ki bu bilgileri, hangisi gerçek hangisi uydurma anlayamıyorsunuz. Zaten hedeflediği de bu, tarihin kurmacalığına dikkat çekmek. Gerçeklik meselesinden konuşacaksak, bugün artık tarihçiler de bunu kabul ediyorlar, tarih bir kurmaca. Dil teorisi buraya kadar yaslandı. Buradan bakarsak da İhsan Oktay Anar’ın kurduğu tarih, onun edebiyata bakışıyla da eşleşiyor. Çünkü Kitab-ül Hiyel’in sonundaki kahraman Üzeyir Bey, romanı yeniden yazmaya başladığı zaman kafasındaki her şeyin uçtuğunu ve hayalinden yazdığını söylüyordu. Takdir ettiği üsluba baktığımız zaman bire bir Abdülhamit’i taklit eden paşalar, onun yardakçıları değil de bir meddahı kendine örnek alıyor. Çünkü meddah gerçeği taklit etmez bir anlamda yeniden yaratır, diye açıklıyor bunu. Diğeri, canlılığını yitirmiş bir kopyaya dönüşüyor. Dolayısıyla Anar’ın tarih anlayışı da bunun gibi. Tarihi bizim için yeniden kuruyor. Osmanlı’yı böyle de hayal edebilmenin yolunu gösteriyor. Ki diğer romanlardan çok da farklı değildir gerçeklik hissi açısından, hatta daha inandırıcı bulabilirisiniz.

Resmî tarihin Osmanlı anlatısından sonra İhsan Oktay Anar okuyunca Osmanlı bana sempatik geldi. Öncesinde Osmanlı karanlık bir dönemdi. Ya aslında bizim ecdat çok renkliymiş duygusu da uyandırdı bende.

Özellikle Kitab-ül Hiyel’de bunu görmek mümkün.

Kemalist anlatının Osmanlı’ya dair ön yargıları, işte bilimden eser yok, kapkaranlık çağlar yakıştırmalarından sonra bu çizimler, projeler, mühendislik hikâyeleri çarpıcı geliyor; sonra düşünüyorsunuz evet, bu adamlar gemi yaptı, saray yaptı, mimarlık var, mühendislik var… Anar, kendi yazınsal çizgisine getirilen, bunlar Osmanlı düşmanı eleştirisinin de sanki parodisini yapıyor…

Yaparken yine de dikkat ediyor. Yine de zorlanıyor. Daha dinsel parodilere geldiğimiz zaman hep İsa’yı görüyoruz. İslam’a dair konuşurken daha dikkatli…

Evet, İhsan Oktay’ın Osmanlısı çok seküler bir Osmanlı. 17. yüzyılda İstanbul’da illa ki İslam’ın güçlü izleri vardır ama onu görememek de ilginç.

Bu da zaten tarihe bakışı değiştiren şeylerden bir tanesi. Böyle de olabilir pekâlâ diyebiliyorsunuz. Hele ki 17. yüzyıla dair çok az şey varken elimizde. Bir şekilde sizi bu tarih daha farklı da olabilir düşüncesine yöneltiyor, çünkü gerçekten yeni bir tarih kuruyoruz. Cumhuriyet’e bakıyorsunuz o da yeniden tarih kuruyor. Osmanlı’ya bakıyorsunuz o da vakanüvislerle tarih kuruyor. O tarihler, kültürü mevcut iktidarın altında toplayabilmek için kurulmuş resmi tarihler aslında. Bugün de mesela Kut-ül Amare’nin hatırlanma biçimi böyle…

Yeni kurulan ülkelerde ve rejimlerde çok rastlanan bir şey… Balkan devletleri de yıkılınca 90’larda herkes yepyeni tarihler yazmaya başladı. Unutulmuş olanın hatırlanmasının yanında hiç yaşanmamış, karşılaşılmamış olaylar bir anda toplum tarihinde çok önemliymiş gibi öne çıkarılabiliyor…

Tabii, Rusya da yeniden yazıyor mesela. Bu tür romanlarda dalgasını geçerek resmi tarihin otoritesine de karşı çıkan bir anlayış var. Bakıp, evet bunlar da vardı diyorsun, böyle de gerçekleşmiş olabilirdi diyorsun, hayal ürünü de olsa. Anar romanı bunu başarıyor.

Galiz Kahraman’a dönersek… Diğer kitaplarındaki kahramanlarla kıyaslandığında Galiz Kahraman’ı nasıl okumak gerekiyor?

Diğer kitaplara bakarsak, İhsan Oktay’ın gündemi temel alarak yazdığı bir roman olduğunu görüyorum. Yakın tarihin eleştirisi kadar bir yaratıcı yazarlık atölyesi eleştirisi de var orada mesela. Bunlar da gündemle alakalı. Üzeyir Bey’den bahsettik biraz önce, Üzeyir Bey nasıl yazdığını ve nasıl yazmak istemediğini anlatırken aslında İhsan Oktay’ın nasıl yazmak istemediğini anlatıyordu. Postmodern romanda böyle bir taktik de var. Eserini yazma üslubu ve bunun felsefesi de romanın içine dahil oluyor. Galiz Kahraman’da bunu da görmek mümkün ama daha kendi keyfine yazmış gibi hissettiğim bir roman. Diğerleri de öyle aslında. Anar bariz bir şekilde eğleniyor yazarken.

İlban Ertem’in çizgi romanını nasıl değerlendirmek gerekiyor? Türden kaynaklı farklılıkların ötesinde bir kayma söz konusu mu sizce?

Ben 2009’da sempozyum yaptığımda İlban Ertem çizmeye devam ediyordu, bizi kırmayıp bir sunumla katılmıştı. Orada nasıl çalıştığını anlatmıştı. Mekân, kıyafet ve atmosfer bence çok başarılı… Herkes daha farklı dünyalar kuruyor olabilir kafasında, o ayrı. Çok çalıştı üzerinde, çok net hatırlıyorum İhsan Oktay’ı ziyarete gittim bir seferinde telefon geldi, arayan İlban Ertem. Yarım saat bir silahın horozunun biçiminden bahsettiler. Bir sürü teknik mevzu. Tamamen içine sinerek yaptığını düşünüyorum çünkü çok uzun zamana yayarak yaptı. Sadece bu üstkurmaca meselesine hiç girmedi. Ben Ertem’e bir röportaj teklif etmiştim, oradaki sorularımdan biri İhsan Oktay’ı çizgi romana koymayı düşünüyor musunuz şeklindeydi. Onu koymayı düşünmediğini söyledi. Yaşayan birilerini ben eserimde kullanmak istemem demişti. Bu, üstkurmaca tekniğinin onun çok da meselesi olmadığını gösteriyor. Ertem maceraya odaklanmış ve hakkını da vermiş diye düşünüyorum. Diğer katmana inmediğini söyleyebilirim.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 9.sayısında yayınlanmıştır.