Enis Batur

Sanki sonsuz, ne yazık ki sonlu bir mürekkep akıyor içimden.
Arka Kapak / Enis Batur

Oldukça yüksek oktavda hapşırıyor oluşumun küçük yakın çevremde nam salmama yol açtığını, Sevin Okyay’ın, kızları bu nedenle hamile kalabilecekleri konusunda uyararak efsaneyi zenginleştirdiğini bir defasında kâğıda düşmüştüm. Yazmadığım konu kaldı mı ama şu var, yaşım ilerlerken pek çok konuya döndüğümü farkettim, eski çentiklerin yanına yenilerini atıyorum, bir dolu metnim genişletilmiş versiyonunu özleme sırasına giriyor böylece: Sanki sonsuz, ne yazık ki sonlu bir mürekkep akıyor içimden.

Hapşırmanın yeryüzü kültüründeki yerini bilmiyorum. Olmaması düşünülemez gibi geliyor bana, nasıl olsa biri(leri) sahayı enine boyuna katetmiş, kütüphanenin engin raflarına koca bir kitap eklemiştir o konuda: Erişmek isterdim, rastlamadım. Arama motorlarına başvurmuyorsam, okuyamayacağım bir dilde (Hırvatça ya da Japonca) yazılmış, henüz okuyabileceğim dillere çevrilmemiş bir çalışmayla karşılaşmaktan çekindiğim için. Garip, tanımlanması güç bir rahatsızlık doğuruyor içimde bu tür sonuçlar.

Kıvılcım, hapşırığa Plutharkos’un Sokrates’ın Demonu’nu okurken rastlayınca çıktı. Sokrates’ın olağanüstü görme yeteneği üzere kurulu o kollokyum metninde, “görmek” fiili en geniş anlamına taşınır: Nasıl oluyordu da, düşünür başkalarının göremediklerini görebiliyordu? “Görmek”, burada, görüm (vision) olgusunu da içeriyor; Sokrates’ın imgeleminde, bilinçaltında, ola ki uykusunda(n) sökmeyi başardığı, ötekilere erişemeyen gerçekleri kendisine taşıyan ufak, “görünmez cin”ler olduğu, Daimon’u onların oluşturduğu yönünde yürüyor tartışma.

Plutharkos’un kahramanlarından biri, söz konusu ufarak cinlerin varlığını hapşırıkların kanıtladığı kanısında. Düşünürün kendisi ya da o an çevresinde bulunan biri hapşırıyor, uyarısını böylece gerçekleştiriyor, Sokrates de alıyor uyarıyı, bazen uzaklaştığı bir noktaya gerisin geri dönerek görebiliyor kimsenin göremediğini. Savı deli saçması ulamına almaktan kolayı mı var? Aklıbaşında bir hekim, iki çırpıda bize hapşırma olgusunun solunum organlarımızda gerçekleşme nedenini ve biçimini açıklayacaktır. Dilediğimiz an, her şeyin rasyonel kaynağına ulaşabiliyoruz bugün, asıl sorun irrasyonel düzlemde: Hapşırığa cinlerin karışmadığını kesinleyebiliyor muyuz?!

Biz “Çok yaşa.” diyoruz hapşırana, başka kültürlerde “Dilediğin olsun.” denildiğini biliyoruz, kim bilir uzanamadığımız coğrafyalarda daha neler söyleniyordur. Neden ille de bir cevap yetiştiriliyor hapşırığa? Solunum yollarında oluşan hareket, hareketin dönüştüğü ses sanırım kafamızdaki bâtılı tetikliyor hemen: Kem güçlere yönelik bir iyi niyet sözüne başvurmamızı sağlamış gelenek.

Ben, bir başlayınca pir başlayanlar türündenim: Peşpeşe hapşırırım genellikle, ortalığı çınlatırım. Ayrıca, kendi kendine “Çok yaşa.” diyenlerdenim, ikinci sefer “iyi yaşa”ya geçiveririm. Hapşırmak, içimde oluşagelmiş bir tıkanmayı bertaraf ediyor gibi gelir bana: Cinler görmemi sağlasaydı, sağlamlaştırsaydı kutlu olurdum şüphesiz, Sokrates’in dehâsının binde birine razıydım. Aksırmak fiilini nedense bir türlü sevemedim, ses öykünmeli olduğu için midir, her vakit hapşırmayı yeğledim. Oysa tıksırmak fiiline bayılırım: Yarım kalan bütün edimlere.

Hapşırmanın edebiyatta, sanatta tuttuğu yer üzerine odaklaşmış bir çalışmaya rastlamayı umuyorum hâlâ. Birkaç önemli örneğe yolda rastlayıp çentiklemiştim: Ömer Seyfettin’in “Falaka”sında, Sami Baydar’ın toplu öykülerine aldığı delişmen “Mavi Sincap Likörü”nde başrolde: “HAPHAPHAPHAPHAPHAPHAPHAPHAP HAPŞUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUU.” Bay Aksırık, “yalnızca hapşırıkları için affedilmek isteyen” bir beyefendi.

Anlam payını hiç şüphesiz Kurt Schwitters’e ayırmak gerekiyor: Görsel ve sessel performansını bizzat kendisinden izleyebildiğimiz görkemli Unsonate’nin, Anna Blume’un yaratıcı şair-sanatçı, ölümünden bir yıl önce gerçekleştirdiği “Hapşırıklı Öfke”sini Hans Richter’e gönderirken, zorunlu sürgününe çıkalı beri (Norveç’ten İngiltere’ye geçtiği dönem) Almancayı hiç kullanmadığını belirtir: Pin dergisinde “Fury of Sneezing” başlığı altında yayımlanan metinde gene de Almanca (?) unomatopelere rastlanır: “Tesch, Haisch, Tschiiaa / Haisch, Tschiiaa / Haisch, Happaisch / Happapeppaisch / Happapeppaisch / Happapeppaisch / Happa pepe / TSCHAA!”

Metnin ne yazık ki Schwitters tarafından seslendirilmiş kaydı yok elimizde, bir tek yakınları (Edith, Ernst & Co) duymuş, dinlemiş olsalar gerek. Buna karşılık UBUWEB sanal sitesinde, Carl Michael von Hausswolff’un, 47 saniye süren nefis performansı meraklısını bekliyor.

Çok yaşa Kurt!

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 6.sayısında yayınlanmıştır.