Giray Kemer

Ufacık bir roman Ukde. Ama o kadar büyük,o kadar katmanlı bir ustalık alameti ki…

Akif Kurtuluş kişisel tarihimde önemli bir isim. Şairliğinden zaten sual olunmaz. Üstelik Avukat. “İki meslek birlikte yürütülebilir mi?”ye cevap. Hali, tavrı, duruşuyla örnek alınası, önemli bir isim. İşte tüm bu sebeplerle, Mihman’la rötarlı tanışmanın da acısını çıkarmak için yeni romanın haberini aldığımda hiç vakit kaybetmedim. Koşa koşa edinip okudum ve koşa koşa bir şeyler söyleme gereği duydum. Çünkü İnsan sakin kalamıyor bu lezzet karşısında. Ne okurken, ne anlatırken, ne de üzerine yazarken…

Hani son zamanlarda edebiyat üzerine çok sık kullanılan bir deyiş var: “Usul usul…” diye. Hayır. Bu sefer paldır küldür. Bağır çağır. Futboldan bahseder gibi. Evde tek başına tesadüfen şahane bir maça rast gelmiş de anlatacak kimsen yokmuş gibi. Heyecanlandırıyor. İnsanı kendi kendine konuşturuyor.

Sanırım Ukde üzerine düşüncelerimi en iyi Mihman’daki, belki de kimsenin dikkatini çekmeyecek, ufak bir sahneden yola çıkarak anlatabilirim. Orada futbola da romancılığa da nereden baktığını sezdiriyordu sanki Akif Kurtuluş. İkisinden de hoşlananlar için güzel bir cümleyle güzel bir pasın aynı şölen hissiyatını uyandırdığını iyi biliyordu. Romandaki “Avukat” derbiyi izlerken Alex’e sesleniyordu “At sağa!” diye. Fenerbahçe baskı yapıyordu. Galatasaray çıkamıyordu. Alex topu sağa atması gerektiğini bilmesine biliyordu da, Nobre’nin içeride daha iyi bir pozisyon almasını bekliyordu.

Ve sonra, en doğru anda Alex topu attı sağa…

Çünkü usta topçu öyle yapar.

Sıkışan oyunu çözer. Kalitesini, ufak detaylarda gösterir.

Uzaktan vurur örneğin. Çalımlarla rakip savunmayı deler. Yayın oralarda faul arar, frikikten gider topu çatala koyar.

Ya da oyunu okur. Kendini geri atar, savunmadan ilk topu alır. Beklerini gönderir. Siz sağdan bindireni görüp televizyon karşısında “at sağa” diye bağırdığınızda o kafasında çoktan topu sağa atmıştır da santrforunun ceza sahasında daha iyi pozisyon almasını bekliyordur.

Tıpkı usta bir yazar gibi.

Akif Kurtuluş da böyle yapıyor. Atıyor kendini geriye, oyunu yani okuyucusunu izliyor. Geri koşmayı çok sevmiyor. Tıpkı Alex’in takımını hücum alanında tutup gereksiz geri koşturmayışı gibi o da okurunu ileri geri çok koşturmuyor. Hiç yormuyor. Uzunca bir mazisi ve derinliği olan bir olayı, bir köpek korkusunu örneğin, ufak bir yüz buruşturmayla anlatıveriyor.

Alex’in zor hareketleri kolaymış gibi gösteren tavrı misali ilham veriyor.

Bazen karakterine yinelettiği tek bir sözcükle, “süper!” dedirtiyor, bazen sofrada oturtup anlattırdığı hikâyeyle, bazen mesleğini, hukukçuluğu kurguya yedirişiyle, bazen “paşa biraz ağdalı okurdu” derken attığı kıvrak çalımlarla basitin mükemmelliğini yakalıyor.

Yeri gelince de risk almaktan kaçınmıyor. Gelişine vuruyor. Taca da gidebilir, çatala da…

Siyaseti, günceli, memleketin kimseye yaranamayanlarını, sakıncalı(!) konuları, Kürtleri, Ermenileri, devletin geçmişiyle yüzleşmesi gerekliliğini anlatmaktan korkmuyor. Ve yine başarıyla, ajiteye kaçmadan, magazine bağlamadan kotarıyor.

Numaralar çekiyor; paralel hikâyeler kuruyor, kahramanlarını kesiştiriyor. Çiğ bir elde belki de zorlama gibi görülebilecek tüm bu hareketler Alex’in mükemmel zamanlamalı ara pasları gibi tam kaleciyle defansın arasına, tam okuyucunun kalbine ulaşıyor.

Şansı da yaver gidiyor. Çünkü topçu da yazar da biraz şansa ihtiyaç duyar. Tüm bu suni Osmanlıca öğrenme teranesi içinde daha böyle bir gündem ortada yokken yazdıklarıyla sanki birilerine “yeri gelince Osmanlıcayı da konuşuruz sen kafanı yorma!” diyor. Ve yine taşı gediğine, topu doksana koyuyor müstehzi gülümsemesiyle…

Hâsılı Akif Kurtuluş’un yazarlığı, bu ufacık romanın görkemli mütevazılığı Alex’in yeşil sahalarda bize yaşattığı güzel anları hatırlatıyor.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Ukde – Akif Kurtuluş
İletişim Yayınları