İsmini Nâzım Hikmet’in “Nikbinlik”inden alan bir yayınevi 160. Kilometre. Çıkış bildirisinde, “Şiirin okurla birlikte dışarı çıkması gerektiğine inanır. Kitapları bu yüzden cep boyutundadır” diyen; “160. Kilometre, yeni arayışlar ve deneylerle şiirin dolaşımının hızlanacağını bilir. Yalnızca bir yayın dizisi olmanın ötesinde, şiire ilişkin her türlü yenilikçi deneyime açık bir zemin olmayı” hedeflediğini ilan eden, yani yayıncılığı “bir iddianın etrafında örgütlenme” anlayışına göre kuran bir kolektif… Bu önemli yayıncılık deneyimini yayınevinin kurucu editörlerinden şair Ali Özgür Özkarcı‘yla konuştuk.

Söyleşi: Volkan Alıcı
Fotoğraf: Mehmet Erte

Yalnızca şiir ve şiir üzerine metinler yayımlayan bir yayınevi 160. Kilometre. Bu tercihin nedenlerini de açıklayarak bize yayınevinin kuruluş hikâyesinden söz eder misiniz
160. Kilometre, Edebi Şeyler çatısının bir ürünü. Tıpkı Raskol’un Baltası gibi. Raskol’un Baltası dizisinde nasıl “anlatının günceli, güncelin anlatısı” şiarıyla roman, öykü, senaryo yayımlıyorsak, 160. Kilometre’de de “şiir direnirse kazanacak” şiarıyla şiir ve şiir eleştirileri yayımlıyoruz. Ekim 2011’den bu yana 41 kitap yayımladık. Dizinin editörlüğünü Ömer Şişman ile birlikte yapıyoruz. Ama bizi destekleyen birçok arkadaşımız var. Bu anlamda, kuruluşumuz anayasaya aykırı. Çünkü imeceye hâlâ inanıyoruz. Özellikle de fikirsel imeceye…

Aslında uzun yıllardır şiir yayıncılığının içindeyiz. 2003-2010 arası Heves Şiir-Eleştiri dergisini çıkardık. Ömer’in (Şişman) 2002-2003’te Ağır Ol Bay Düzyazı ve 2008’de 30 sayı süren, Ahmet Güntan’la birlikte çıkardığı haftalık şiir dergisi Mahfil deneyimi de var. 160. Kilometre’nin kuruluşunda, dergiciliğin fikir ve dayanışma açısından önemli bir payı var. Heves dergisi kapandıktan sonra, Ömer’le bir arayışa girmiştik, acaba başka bir dergi çıkarabilir miyiz diye… Sonra iddiayı yükselttik, yayınevinde karar kıldık. Geriye dönüp baktığımda, epey meşakkatli yollardan geçmişiz… Hatta bazen şaka gibi geliyor ikimize de. Kolay değil, 2011’de yayın hayatına başlayan bir dizinin üç yılda bunca kitap yayımlaması… Arkamızda hiçbir destek yoktu. Biz kurduk, biz ürettik, biz yönetiyoruz…

Yayınevlerinin büyük çoğunluğunun artık şiir kitabı yayımlamayı reddettiği bir yayıncılık ortamında dağıtımdan satışa kadar epey bir zorluk yaşıyor olmalısınız?
Şiir bir iddia işi. Kavga meselesi. İlla ki bu kavganın birileri ya da bir kurum veya bir parti adına yapılması gerekmiyor. Şiir her zaman böyleydi. Ben, yeni bir şiirsel çatlak arayan, buna oynayan, bir hareket oluşturmaya çalışan bir grup şairin yayınsal faaliyetinin ardında bir banka kuruluşunun ya da bir ana akım derginin durduğunu görmedim. Onlar ana akım dergidirler. Daha çok büyük yelpazeye hitap etmeye çalışır büyük yayınevleri. Onaylanmış, bilinen şairleri basmayı tercih ederler. Çünkü onlar için şiir sadece bir türdür, yayın yapacakları bir tür… Ama bizim için böyle değil. Bizim gibi yayınevleri ayrı bir yerde duruyor. 160. Kilometre gibi yayınevleri bir iddianın etrafında örgütlenirler. Öyle ilerlerler. Ya birinin ya da bir ekibin çabalarıyla var olurlar. Bugün YKY nasıl “toplu şiirler” adı altında tanıdık/bildik şairleri basıyorsa, Faber and Faber de öyle davranıyor. Ama Ferlinghetti’nin City Lights’ını ayrı tutuyorsunuz. Çünkü orası aynı zamanda poetik bir eylem topluluğunun uydusudur.

Satış ve dağıtıma gelince. Bu ülkede yayıncılık yapmak çok zor. Bir kere yiyecek sektörüyle aynı vergilendirmeye tabiyiz. Ama her şeyden önce bu ülkede yayıncılıkta bir “dağıtımcı baskısı” var. Tuhaf, mantıkla açıklanamayacak bir piyasa. Tasallut dersem, ne denli zor koşullarda yayıncılık yapıldığını daha iyi anlatmış olurum herhalde.

Şiir kitapları kitapçıların raflarında görünmez yerlerde “saklanmasına” rağmen kimi kitaplarınız ikinci baskı “bile” yaptı. Nedir bunun sırrı?
Bunun sırrı var mı bilmem. Ama şunu söyleyebilirim, 160. Kilometre şiir dizisinden çıkan kitapların gündelik dile yakınlığına bağlıyorum ben bunu. Konvansiyonel şiir, hâlâ güncel şiire ve gündelik dile direniyor. Tersine yüzüyoruz bu anlamda. Belki öne çıkmamızdaki en önemli farklardan biri budur. 160. Kilometre’de yayımlanan şiir kitapları için kategorik olarak “deneysel”, “somut”, hatta “yeni-toplumcu” vesaire tanımlamalar getirilebilir. Ancak esas mesele, dilin gündelik yaşamda geldiği noktanın şiire evrilmesidir. Yani şiirdeki iletişime yarayan araç- gereçlerin diğer bir tabirle malzemenin “inandırıcı” olmasıdır. Daha ikinci baskı yapmasına ramak kalan birçok kitabımız var. Bunu da bir son not olarak ekleyeyim.

Türkçe şiirin kat ettiği uzun yolculuğun şimdiki durağında, şiirimiz için kısa bir estetik değerlendirme istesek, temel özellikler ve yönelimleri nasıl açıklarsınız?
Kısa bir estetik değerlendirme kuşatıcı olmaz herhalde. Toptancı olur. Ama şunu söyleyebilirim: Türkçe şiirde, en büyük kırılma hâlâ İkinci Yeni olarak görülüyor. En azından 2000’lere kadar böyledir. 2000’ler şiirinde bu momenti “aşan” demeyeceğim ama en azından farkındalığını gösteren başka bir dil deneyimi çıktığını söyleyebilirim. Bu nispeten 2010 sonrası kuşakta da devam ediyor. Bu bir veridir. Somutçu veya “deneysel somutçu” şiirin nerelere varacağını, ne kadar direneceğini, ne kadar derinleşeceğini, okura ne denli nüfuz edeceğini zaman gösterecek. Ama dediğim gibi, şunu unutmamak gerek; 2000’lere değin İkinci Yeni baskın faktördü. Hâlâ da öyle. Kendilerine Üçüncü Yeni diyenler de, başka isimler bulanlar da bunun dışına düşmemişlerdir. Hatta 80 şiirinin bizzat kendisi öyledir. Rüya dili, sinematografik anlatı, modern imgeci durum dil bağlamında hâlâ kendini güçlü bir biçimde hissettiriyor. Elbette eklemlenmeler oldu İkinci Yeni diline, ama dil üzerinden o parametreyi kıracak güçlü bir akım olmadı 2000’lere değin. Cemal Süreya, İsmet Özel için İkinci Yeni şairi diyordu, ama onunla da bitmiyor tabii. Aslında küçük İskender de bir İkinci Yeni şairi… Enis Batur gibi… Bunlar elbette dört-beş cümleyle ifade edilecek şeyler değil. Değerlendirmenin kısası ancak bu kadar.

Gezi süreciyle birlikte daha sık tanık olduğumuz bir ‘hareket’ var: #şiirsokakta. Şiirin bu kadar etkin biçimde dolaşıma girdiği, sokak hareketiyle buluşan estetik bir araç haline geldiği bir dönem yaşanmadı herhalde bu ülkede… Siz ne dersiniz?
Bizim çok da uzak olduğumuz bir mevzu değil. 2011’de 160. Km için kolları sıvarken, sokaklara afişlemeler/yazılamalar yapmıştık. Kitaplarımızın küçük ebatlı olması, şiirin cepte taşınmasına dair bir vurguydu mesela.

Başlarda #şiirsokakta’yı epey takip ediyordum. Oldukça başarılıydı. Zamanla fikri takibim sönümlendi, ne yalan söyleyeyim… Merakımı kaybettim. Normalleşti çünkü. Sanki iş şirazesinden çıktı. “Ne kadar çıkabilir ki!?” diyebilirsiniz. Gezi aslında gerçek ironinin dönüş yapması demekti. Kendini var eden “eylem”in içinden çıkıyordu. Güncel ve gündelik dille yapılan ironinin dönüşüydü. #şiirsokakta da böyle başladı. Ama belli bir zamandan sonra tuhaf bir biçimde ivme kaybetti. Bu da normal. Çünkü kendini var eden Gezi türünden bir sosyal siyasal kalkışma yok bugünlerde. Böyle olunca da sanki #şiirsokakta “sokakta olma” meselesini kaybetti. Muhafazakârlaştı. Artık duvarlara veya parkelere her yazılan dize ya da şiir, sokakla kendi arasında olmayan bir bağ üzerinden kendini yeniden kurmaya başladı. Hareketin kendi de çok popülerleşti tabii. Popülerleşince, böyle bir yere evrilmesi normal. Ama bence başladığı yeri kaybetti. Sokağı gitti, şiiri kaldı!

Önümüzdeki döneme dair planlarınız neler?
Bu yıl sonunda yayımlayacaklarımız ve önümüzdeki yıl çıkacak kitaplar belli. Programımıza uyacağız, başka bir projemiz yok bunun dışında.

Kitaplara babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.