Röportaj: Volkan Alıcı

Alper Beşe, ilk kitabı yayımlanan genç öykücülerden… Öykülerinde süse, abartıya, sözcük oyunlarına yüz vermeyen yalın bir anlatımı tercih eden genç bir kalem. Genç ama kendi sesini bulmaya çalışan, bunu da daha ilk kitabında başarma yolunda epey yol katetmiş, bu yılın önemli öykü kitaplarından birinin yazarı. Beşe’yle öyküye bakışını, beslendiği kaynakları ve Birtakım Tuhaflıklar’ı konuştuk.

“Neden yazıyorsunuz?” sorusuna verecek doyurucu ve samimi bir yanıt bulamadığından olsa gerek, “Yazmasam çıldıracaktım” sözü pek çok yazar için kurtarıcı oluyor diye düşünüyorum. Ne dersiniz? Ve siz neden yazıyorsunuz?
Kalıplaşmış sözler, çok sık tekrarlandıklarından, içlerinin boşalması, anlamlarının kaybolması gibi tehlikelerle karşı karşıya kalır. Bu durum, yine de bu sözlerin iş görürlüğüne zeval vermez. Yazmanın nedenini bu denli güzel anlatan bir söz varken yeni bir şey söylemeye çalışmak çok zor. Fiziksel koşullardan veya bir tıkanmadan kaynaklanan yazamama durumlarında ben de çıldırabileceğimi düşündüm.

Yazmak benim için bir iletişim yöntemi. Kiminle iletiştiğime ise net bir yanıtım yok. Belki kendimle, belki dostlarımla, belki henüz doğmamış birinin ilkgençliğiyle, belki kendi yaşlılığımla, belki hiç tanışamayacağım ama tanışmayı çok istediğim gerçek veya kurgusal bir karakterle.

Öykünün yanı sıra şiir de yazıyorsunuz. Edebiyat türleri içinde öykünün sizdeki yeri nedir?
Biraz tahrifatla, “Başlangıçta şiir vardı” diye girebilirim söze. Şiir, doğayla, tanrıyla, insanla temas sağlamanın ilk sözel biçimiydi. Evrenin oluşumuna ilişkin söylenlerden, toplumsal düzene dair kurallara dek hemen her şey şiir içinden dile geliyordu. Daha sonra, genel anlamda düşünce dediğimiz etkinliğin de evi şiir oldu. Batı’da düşünce yavaş yavaş şiirden kopup kendine özgü bir söylem geliştirdi ve buna felsefe adı verildi. Bu noktaya biraz hassasiyetle eğilmek gerektiğini düşünüyorum. Felsefenin şiirden ayrışması, düşünceyi ortaya koymanın tek yolunun Batılı anlamda felsefe yapmak olduğu sonucunu doğurmaz. Hint, Çin, İran ve Türk coğrafyalarında süreç farklı işlemiştir. Şiir, buralarda çok uzun süre kuşatıcı bir rol oynamıştır. Hem bildirişim işlevini sürdürmüş hem ‘hikmet’e yataklık etmiş hem de estetik ölçüler içinde kalarak sanatsal varlığını korumuştur. Turgut Uyar’ın şu tespiti bu anlamda çok dikkat çekicidir: “Türkiye’de toplumun birçok sorunları açık-kapalı, şiirde tartışılır, şiirde çözülür yahut çözülmez veya bu sorunlardan şiirde vazgeçilir.” Şiir, Türk toplumu için bir agoradır. En azından 1960’ların sonuna kadar böyle olduğu anlaşılıyor.

Düzyazının edebiyata girmesi Batı’da, şiir-dışı bir düzyazı geleneği geliştirmiş olan Batı’da, bile geç oldu. Türkçede düzyazı edebiyatının tarihi ise yakın tarih kapsamında. Buna karşın romanda da öyküde de çok büyük yazarlar çıkardığımıza, özellikle öyküde ekoller oluşturacak yazarlara sahip olduğumuza inanıyorum. Ömer Seyfettinler, Refik Halitler, Memduh Şevketler Türkçe öyküye çok sağlıklı bir emekleme dönemi yaşattılar. Ardından Sait Faik’in ayakları üstüne diktiği öykü, 1950 kuşağıyla birlikte koşmaya başladı. ’50 kuşağı’nın, bir şiir akımı olan (‘akım’ konusu tartışmalı olmakla birlikte) İkinci Yeni ile birlikte anılması, önemli bir ayrıntıyı ele veriyor. Türkiye’de öykü, şiirle bağ kurmayı bilen, bu zenginlikten beslenen bir tür. Benim için de öykü romandan çok şiire yakın bir tür. Yakınlıktan, bir özdeşliği anlamıyorum. Öyküye müzikal bir değer atfetmek veya imgelerle kurulan bir yapıyı dayatmak gibi bir anlam çıkarmıyorum. İlk bakışta düzyazı olmak bakımından romanla kıyaslanan öykünün romandan farkının ‘kısa’lığı olmadığını, romandan ayrı bir yaklaşımla; şiir, resim, tiyatro gibi kategorik olarak oldukça farklı duran türlerle kesiştiği ölçüde özgün olacağını düşünüyorum.

Felsefeyle ilişkiniz, kazara bu bölümden mezun olan birisi gibi değil, blogunuzdan anladığım kadarıyla; felsefe üzerine düşünüyor, yazıyorsunuz. Öykücülüğüne nasıl bir katkısı oldu felsefenin?
İstediğimden, düşündüğümden çok daha az yazabiliyorum felsefe alanında. Bunda tembelliğimin payı olduğu kadar, rahle-i tedrisinden geçtiğim hocaların metin okuma konusunda verdikleri terbiyenin de etkisi büyük. Bir felsefe sorununu ele alırken gereğinden fazla literatür çalışması yapıyorum. Okuduğum her kitabın/makalenin kaynakçasındaki her metni taramak zorunda hissediyorum kendimi. Buna da ne vaktim ne yabancı dil bilgim elveriyor.

Felsefe eğitiminin yazmama olan katkısı az da olsa dolaylı oldu. Felsefe bana iyi bir okur olmak için neler yapmak veya neler yapmamak gerektiğini öğretti, öğretiyor. Metinlere farklı kapılardan girilebileceği bilgisini okur olarak kullandığım gibi yazarken de kullanabilmeyi hedefledim. Yazdıklarımla felsefenin ilişkisi -şimdilik- biçim düzeyinde. Biçimin içerikle ilişkisini irdeleyen bir okurun muhatabı olmak gibi bir arzum olduğunu da eklemeliyim.

Son dönem genç yazarların bir kısmında, özellikle ilk kitabını yayımlayanlarda sıkça rastladığımız anlayışa – sözcük oyunlarına, postmodern biçim denemelerine, insansız ve ‘hikâyesiz’ anlatı türüne yüz vermediğiniz görülüyor kitaptaki öykülerde. İnsanı anlatmayı tercih ediyorsunuz. Öykü anlayışınızı bir de burada sizden dinlesek?
Bu soru beni oldukça sevindirdi. Sözünü ettiğiniz anlatı biçimi bıçak sırtı bir alan. Bunu başarabilen bir yazarın elinde üst düzey bir yapıta dönüşürken, acemi ve özenti bir kalemden çıkan bayağı metinlere kucak açıyor. Bir yazar, özellikle genç bir yazar, eski/klasik biçimlerle kendini ifade edemediğini düşünmeden önce o biçimleri iliklerine kadar sindirmeli değil midir? Orhan Veli’nin yeni şiiri kurarken ne yaptığına bakmak yararlı olacaktır. Aruzu da heceyi de çok iyi bilen, eski şiir ikliminde yetkinliğini kanıtlamış bir Orhan Veli’den söz ediyorum. O kuşaktan, Orhan Veli etkisiyle yazan, sonra silinip giden onlarca “şair” olmadı mı? Bu silinişin nedeni, basitlikle bayağılığı ayırt edemeyecek kalemlerin modanın, kolay görünenin ve ayrıksı olanın ışığıyla kör olmalarından kaynaklandı. Öykü için de aynı şey söz konusu. Değişikliklerin denenmesi, kuşkusuz öykü dağarımız için bir zenginliktir. Ancak öykü geleneğimizi özümsemeden, metinlerarası ilişkiler geliştirmeden, salt kişisel tatmin için oluşturulmuş izlenimi veren metinlerin öykücülüğümüze katkısı olacağını sanmıyorum. Ben tahminen uzunca bir süre daha insana eğilmeyi; evdeki, sokaktaki, işteki, okuldaki, madenlerdeki, gökdelenlerdeki, edebiyattaki insanı konu edinmeyi sürdüreceğim.

İlk öykü kitabında genelde rastlanmayan yalın bir dili de var öykülerinizin; kurgu için de aynı şeyi söyleyebilirim. Bu dil ve anlatımı nasıl geliştirdiğini anlatabilir misiniz bize?
Teşekkür ederim. İlk kitap yaşını biraz geçtikten sonra bir kitap yayımlamanın etkisi olabilir bunda. Yazılıp vazgeçilmiş, yazılmamasının daha hayırlı olacağına kanaat getirilmiş onlarca sayfadan sonra bir dosya oluşturmaya çalıştım. Bu süre zarfında edindiğim okuma deneyimlerinin de etkisi büyük oldu.

Kendimi bir meddah, dengbej, destancı veya hikaye anlatıcısı olarak görmüyorum. Öykücü olmaya çalışıyorum ve öykü için çalışıyorum. “Bir derdim var ve bunu insanlara anlatmalıyım” kaygısıyla yazmıyorum. Bir olayı anlatmak için başına oturduğum bir öyküde dil ve anlatım o kadar öne çıkıyor ki, o olay ufak bir ayrıntı olarak yerini alıyor öyküde, hatta öyküye giremediği oluyor. Az önce öykü ile şiir arasında kurduğum bağlantıyı buradan da düşünebiliriz. Bir söyleme biçimi öykü. Benim için dozunda bir suskunluk da bu söylemenin parçası.

Bazı öykülerinizde Tanpınar (Martıdan Korkan Oğlan) , bazılarında Yusuf Atılgan duygusu da sezdim. Öyküde ustalarınız olarak hangi isimleri sayarsınız?
Benim için çok önemli iki yazarın adlarıyla anılmak gurur verici. Bloom’un deyişiyle etkilenme endişesi taşısam da kendimi ustaların etkisine kapatmamaya çalışıyorum.

Ustalarımın başında elbette Sait Faik yer alıyor. Necatigil ise, şiirde olduğu kadar öykü için de usta bellediğim bir isim. İnsana yaklaşmasıyla olsun, sözcüklerle kurduğu dünyayla olsun, öykü yazarken bu büyük şairden beslendiğimi söylemeliyim. Romanlarının gölgesinde kalmasına karşın önemli bir öykücü olarak gördüğüm Tanpınar da bu listenin üst sıralarında yer alıyor. Hem oyunlarıyla hem de öyküleriyle üzerimde büyük emeği olan Haldun Taner için de aynı durum geçerli.

Vüs’at O. Bener, Onat Kutlar, Bilge Karasu, Sabahattin Kudret Aksal, Tomris Uyar, Nezihe Meriç, Ferit Edgü, Demir Özlü, Orhan Duru, Tahsin Yücel, Feyza Hepçilingirler, Necati Tosuner, Osman Şahin, Nursel Duruel, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Mehmet Günsur, Hulki Aktunç adlarını saymalıyım. Daha yakın kuşaktan, genç bir usta için Faruk Duman’ı anmalıyım.

Cemil Kavukçu içinse ayrı bir paragraf gerek. Ondan öğrendiklerim, onun karakter yaratmada, olay kurgulamada, mekan oluşturmada ulaştığı çıta, edebiyatımızda yüz yıl sonra da anılacaktır.

Genç öykücüleri takip edebiliyor musunuz? Beğendiğiniz kimler var?
Dergileri izliyorum. Dergilerden tanıdığım, sonra kitaplarına ulaştığım öykücüler oluyor. 70’li ve 80’li yıllarda doğan kuşaktan Neslihan Önderoğlu, Berna Durmaz, Fadime Uslu, Mehmet Erte, Onur Çalı ve Şengül Can’ı takip ettiğimi söyleyebilirim.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Birtakım Tuhaflıklar – Alper Beşe
Alakarga Yayınları