Sedat Albayrak

Adı konulmuş bazı kitap hastalıkları var. Okumadığı halde sürekli kitap biriktirmek manasındaki Japonca’daki tsundoku kelimesi bu derde müptela olan birçok kimseyi teşhis ediyor. Umberto Eco, insanların alıp okumadıkları kitapları bir süre sonra okuduklarına inanmaya başladıklarını söyler. “Hepsini okudun mu?” gibi yanlış bir soru karşısında Walter Benjamin’in “Kitaplar sadece okumak için değil, aynı zamanda birlikte yaşamak içindir,” sözü bir çıkış sunsa da aynı zamanda kitaplarla yaşamanın tuhaf dünyasına dair bazı bilinmeyenleri saklı tutuyor. Burada bir başka hastalık akıllara gelebilir: Abibliophobia. Okuyacak bir metin kalmaması korkusu. Zweig’in Satranç’ında resmettiği tutsaklık veya 1984 ile Fahrenheit 451’in distopyası bu korkunun vücuda bürünmüş hâlleri olsa gerek.

Flaubert, henüz 16 yaşında genç bir lise öğrencisiyken kitap hastalıklarının belki en fenası hakkında karikatürize bir hikâye kaleme alır: Bibliomania. Barselona’da kitapçılık yapan Giacomo, sadece kitaplarıyla meşgul olmak isteyen, insanları görmekten huzursuzluk duyan bir bibliomandır. Dışarıdan bakımsız, çirkin ve anlamsız bir görünümü olan Giamoco, hep kapalı hücresinde yaşar ve nadiren kitap müzayedelerinde görülür. Ketum, hayalperest ve karamsar olan bu adam sadece el yazmalarına dokunurken mutludur. Flaubert’in genç yaşta tasvirleri öylesine canlıdır ki Giacomo’yu psikolojik olarak hissetmeye başlarız: “Körün ışığı sevdiği gibi bilimi seviyordu. Yo! Sevdiği bilim değildi, onun şeklini ve ifadesini seviyordu; bir kitabı, kitap olduğu için seviyordu. Kokusunu, şeklini, başlığını seviyordu.” Kraliyet kütüphanesi gibi bir kitaplığın hayalini kuran bu adam kitaplara paradan daha değerli bir şeyini vermiştir: Ruhunu.

Doğuya Yolculuk olarak kısa zaman önce Türkçeye kazandırılan seyahatnamesinde Flaubert kendisi de yazmalara meraklı bir okur olarak İstanbul ziyareti sırasında Arap ve Fars yazmalarının satıldığı meclislerdeki gözlemlerine yer verir. Hikâyenin geçtiği tarih itibariyle basılmayan ve muhtemelen tekrar çoğaltılmayacak kitaplar daha kıymetli bir hâle dönüşmüştür. Bilhassa Avrupa matbaalarında basılması mümkün olmayan şark yazmalarının rağbeti yüksek bir pazarı vardır.

Salamankalı asilzâde bir öğrenci bir gün Giacomo’nun dükkanına gelip elinde yazma eser olup olmadığını sorar. Yakınlarda eline La Chronique de Turquie adlı elyazması geçmiştir ve adeta onun aşkıyla gözüne uyku bile girmemektedir. Bu yazmanın varlığından haberdar olan genç, Giacomo’nun satmamak için söylediği abartılı rakamı hayli geçip keselerle altın teklif ederek onu satmaya mecbur eder. Salamankalı, Giacomo’nun derdini bildiği için ona Arapların bulunduğu yerdeki bir kitapçıda Mystére de Saint Michel adlı nadir bir İncil nüshası bulabileceğini söyler. Kitap, mezatçıların eline geçmiştir. Mezatta can düşmanı rakibi, kraliyet meydanı kitapçısı Babtisto ile inanılmaz bir rekabete girerler, Giacomo elinde ne varsa verir fakat yine de zafer rakibinindir. Giamoco’nun dünyası yıkılır. Fakat çok geçmeden tuhaf bir biçimde Babtisto’nun evinde yangın çıkar ve Giamoco alevler içinden arzuladığı kitabı kapıp çıkarır. Babtisto ölmüştür ve nihayet bekleneceği üzere soruşturma Giamoco’ya ulaşır. Avukatı her ne kadar onu savunmaya çalışsa da kitabın kendisinde olduğunu mağrur bir şekilde mahkeme önünde ikrar ederek cinayeti de üstlenmiş olur ve bu nadir kitaba sahip olmanın verdiği hazla yargıçlar tarafından idama mahkum edilir. Ölümüne kitap tutkusunu aksiyon filmi gibi hikâye eden yazar, bu kitap delisi kahramanı hakkında idam hükmünü vermekten çekinmez.

Flaubert, tamamlanmamasına rağmen ölümünden sonra yayınlanan ve Türkçeye Tahsin Yücel tarafından Bilirbilmezler olarak çevrilen Bouvard et Pécuchet romanında dünya hakkında her şeyi bilmeye çalışan iki kafadarın alaylı bir portresini çizer. Buradaki budalaca çaba karşısında bibliyomaninin büyüsünü bozarak okuyucuya önemli bir hatırlatma bulunur: Kitaplar dolusu bilgi biriktirmek, bilmek manasına gelmez.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 19.sayısında yayınlanmıştır.