Selçuk Küpçük

İsmi Soğomon. Öksüz ve yetim. 27 Eylül 1869’da farklı diller, renkler ve sesler taşıyan toplulukların binlerce yıl varlıklarını kimliklerine katarak zenginleştirdikleri Anadolu’nun en kadim şehirlerinden Kütahya’da; Takuhi isimli, şarkı söylemeye düşkün, duygularını kalbinin iç çeperlerine doğru akıtan hüzünlü bir annenin ve elleri derilere şekil vermekten nasırlaşmış kunduracı baba Kevork’un oğlu olarak dünyaya gelir. Sıcaklığına sokularak tedirgin çarpan kalbini huzura erdiren annesinin kolları o daha altı aylık bebekken iki yana düşer. Oysa Takuhi 17 yaşındadır henüz; dünya gözüyle ne hayattan bir tat alabilmiş ne de evladının rüzgârda savrulacak saçlarının kokusuna doyabilmiştir. Bir annenin huzur ve merhamet yüklü kelimelerinden mahrum kalarak evrene bakan bir çocuğun dünyaya verebileceği tek cevap, yaralı ruhunun kanamış öyküsünden sızıp gelen hüzünlü sesidir artık.

Çelimsiz ve zayıf bedeninde o da tıpkı annesi gibi suskun, melankolinin sığınakları ve duvarlarına tutunarak var olmaya çalışan bir iç ses taşır her daim. Bu ses çocukluğu boyunca hep başka sesleri arayarak babaannesine sürekli, “Beni soran oldu mu?” (R. S. Kuyumjian, Deliliğin Arkeolojisi, Birzamanlar Yay. 2010, s.27) biçiminde yinelenip durur. 11 yaşına geldiğinde ise babasının kunduraları döven çekiç sesi bir daha duyulamayacak şekilde sonlanır. Acı, bu küçük çocuğun bir ömür boyu yanı başında taşımak zorunda kaldığı ontolojik bir heybe gibidir âdeta.

1881 yılında, öksüz ve yetim Soğomon’un sonraki kişisel tarihini biçimlendirecek en önemli kırılma noktası yaşanır. Bursa Vartabeti Rahip Dertsakyan bir üst göreve yükselmek amacıyla takdis için Eçmiadzin’e giderken dini lider IV. Kevork’un yeni açılan ruhban okulunda eğitilmek üzere güzel sesli yoksul çocuklar bulup getirmesini istemesi, onu da bu yolculuk öyküsüne dahil eder. Ancak Eçmiadzin’e varılınca şaşırtıcı bir durum yaşanır. Sorulan sorulara bir türlü cevap veremez küçük çocuk. Çünkü rahmetli anne babası evlerinde Türkçe konuştukları için Soğomon Ermenice bilmemektedir. Belki bu durum bile 1915 öncesi şartlarının Türkler ve Ermeniler için nasıl iç içe geçen bir fotoğraf sunduğunu göstermesi bakımından önemlidir. “Boşuna geldin,” denir, “bütün dersler Ermenice olacak.” Bir tek kelime Ermenice bilmeyen bu küçük çocuk, “Arzu ederseniz sizin için bir şarkı okuyayım,” önerisinde bulunur ve gözlerini kapatıp annesinin hüzünlü sesinden devraldığı feryatla hikâyesinin bütün masumiyetini taşıyan içli bir ezgi seslendirmeye başlar. Dünyada yalnız başına kalmanın acılı sesi kilisenin taş duvarları arasında yankılanıp dolandıkça orada bulunan herkes ve başta IV. Kevork Tanrı’ya yakaran bu nefesin peşine takılıp gözyaşlarını tutamaz ve Soğomon’u kolları arasına alır. Artık onun için yeni bir hayat başlamıştır bile.

Eçmiadzin’de kendisi gibi Anadolu’nun farklı topraklarından gelen birçok çocuk vardır. Türkü söylemeyi çok seven Soğomon, orada dönem arkadaşlarından ilk kez duyduğu ezgileri belleğine kaydeder sürekli. Onun halk müziğine ilgisinin Kütahya’dayken çocukluk günlerinde bir arkadaşının köyünde geçen misafirlikle şekillendiğini söylemek mümkün (A. Taşçıyan, Star Pazar eki, 12.12.2010). Ahırda süt sağıp türkü söyleyen bir kadının abartısız, yalın ve sahici ezgileri karşısında çok etkilenir. Bu belki annesinin kulağına söyleyip durduğu ninnilerin, türkülerin çağırdığı huzurlu ve güvenli anları hatırlatmaktadır ona. Dolayısıyla bir ömür boyu annesi tarafından kulağına sükût içerisinde fısıldanan halk ezgilerinin peşi sıra koşar. Belki karşılaştığı her türkü annesinin sesini getirecekmiş gibi büyük bir heyecan ve merak taşır içinde.

Müziğin teorisi yanı sıra dini eğitimini de tamamladığında annesinin bu dünya yolculuğunda göremediği ince, narin bir delikanlıdır artık. 1895’te rahip olarak takdis edilir ve hayatını Tanrı’ya adayarak evlenmeyeceğine dair and içer. Artık yeni bir yol beklemektedir kendisini ve bu yolculukta yeni bir isimle başlayacaktır her şeye. Türkülere düşkünlüğü bilinen Soğomon’a, 7. yüzyılda birçok ilahi bestelemiş ozan Gomidas’ın adı verilir. 25 yaşında bambaşka bir nefesle aralanır kapılar.

Üç oktavlık sese sahip genç bir adam olarak müzikal anlamda artık kendisine Eçmiadzin’de verilecek bir şey kalmayınca 1896’da bursla Berlin’e gitme fırsatı bulur. Orada, tıpkı kendisi gibi altı aylıkken bir ebeveynini kaybeden önemli besteci Wagner’in kurduğu Konservatuvar ve Saray Üniversitesi’nde dersler almaya başlar. Felsefeden müzik tarihi ve teorisine, piyanodan org ve koro şefliği derslerine kadar genişleyen bir bilimsel disiplinden geçen Gomidas, üstün başarıyla doktora unvanı alıp mezun olduktan sonra Avrupa’da artık saygı duyulan bir müzik adamıdır ve Cenevre, Lozan, Paris, İskenderiye, Kahire gibi şehirlerde konserler verir.

Eçmiadzin’e döndüğünde, 1900 yılı onun dünya müzik kültürüne miras bıraktığı üç bini aşkın derlemenin yapıldığı önemli zamanların başlangıcıdır. Dil ayırt etmeksizin Kafkaslar’dan Anadolu’ya köy köy gezerek Ermenice, Türkçe, Kürtçe halk türkülerini nota ile kayıt altına alır. Bu derleme çalışmasının bir anlamda 1896’da Zincidereli Stavtos Stavridis’in Türkçe yayımladığı Anatol Türküleri (Literatür Yay., Haz. E.Balta, A.Çokona, 2017) isimli antoloji ile beraber Anadolu’daki binlerce yıllık ses birikiminin modern zamanlara aktarımını sağlayan ilk çalışmanın olduğunu görürüz. Ki Gomidas’ın 1900’lerin hemen başında gönüllü biçimde yürüttüğü bu derleme faaliyeti, kendisinden yıllar sonra, 1936’da Macaristan’dan davetle çağırılıp “saf Anadolu Türkülerini” bizim için keşfetmesi istenen Bela Bartok’tan çok daha içten ve buralı bir eylemdir her şeyden evvel. Derlemelerini çoksesli hale getirmeyi amaçlayan ve bu teknik arayışını mevcut kilise müzikleri için de pratiğe geçirmeyi isteyen Gomidas’ın zaman zaman cemaat içi zorluklar yaşadığını da söylemek mümkün. Doğu kültürünün tek sesli müzikal birikimini Tanrı’nın tekliği ile teolojik olarak anlamlandıran geleneksel kilise inancının bu tür çoksesli arayışları bütünüyle desteklediğini iddia edemeyiz. Netice itibariyle Gomidas İstanbul’dan arkadaşı Garabed Bardizbanyan’ın kiliselerinde koro şefliği teklifine kayıtsız kalamayarak 1910 yılında Eçmiadzin’den ayrılır.

İstanbul, Gomidas’ın müzikal açıdan yapmak istediklerinin bir kısmını gerçekleştirdiği şehir olur. Entelektüel donanımı, müzik yeteneği sadece Ermeni cemaatinde değil, bizatihi Osmanlı aydınları arasında da kısa sürede takdir edilir. Kurduğu 300 kişilik etkileyici koro ve verdiği konserler tüm çevrelerde heyecan yaratır. Hatta Türk milliyetçiliği düşüncesinin etkili sivil kurumu Türk Ocağı’nda konferans dahi sunduğunu hatırlatma bugünün dünyasından bakınca hayli şaşırtıcı olsa gerek. Halide Edip bunu anılarında anlatır ve kimi vakit Gomidas’ı evinde ağırladığını, çalıp söylediğini, Yahya Kemal ve M. Emin Yurdakul’un da bazen hazır bulunduğunu ekler. (Halide Edip, Mor Salkımlı Ev, Özgür Yay., 2000, s.213) Bütün bunlara rağmen annesinden miras olarak taşıdığı hassas ve içli ruh hali nereye gitse peşi sıra gelmektedir. Sanatsal verim ortaya koyan bütün dâhilere mahsus bu içli duygunun sınırlarında dolaşan psikolojik dünyası aynı zamanda onun büyük eserler vermesini de beslemiştir dersek, sanırım abartmış olmayız. Ermeni Kilisesi’nin ana ayini Badarak ve Anuş Operası gibi büyük yapıtlar ortaya koymuş, bunları yaparken halk müziğinin ilham verici ses birikiminden esinlenmiş, bir ömür boyu o sesin zihninde açtığı odaların kapılarını zorlamış ve bence kesinlikle bedenen bu dünyada bulunsa bile daha aşkın ruh haliyle yaşamış Kütahyalı bir deha var karşımızda.

Öykünün bundan sonrası Anadolu’nun ortak türkülerini kayda alarak unutulmaktan kurtaran Gomidas Vertabed için âdeta çocukluk yıllarındaki travmatik kişisel tarihe geri dönüş gibidir. Türk Ocağı’nda konferanslar veren, Türk milliyetçiliği düşüncesinin kurucu isimlerinden Ziya Gökalp’ten şiirlerini bestelemesi için kendisine veren M.Emin Yurdakul’a kadar birçok isimle irtibatı bulunmuş bu büyük deha, 24 Nisan 1915’te Çankırı’ya sürgüne gönderilir. Halide Edip, Abdülmecit Efendi, M.Emin Yurdakul gibi isimlerin gayretleri sonucu iki hafta sonra getirilse de Gomidas orada çocukluğunda yokluğunu hissettiği sesi bütünüyle kaybetmiştir artık. Yaralı ruhu, geri dönüşü mümkün olmayacak biçimde bütün kapılarını kapatır. Arkadaşları, darp görmüş acılı ruhu iyileşsin diye önce İstanbul’da bir hastaneye sonra aralarında para toplayarak 1919’da Paris’te bir başka kliniğe yatırırlar onu. Lakin çelimsiz, içe kapanık bu öksüz ve yetim çocuk doğarken aldığı yarayı bir daha saramaz ve ömrünün geri kalan kısmında hiç kimse ile konuşmadan, şarkı söylemeden, beste yapmadan hüzünlü bir sessizliğe gömer kendisini. 1935 yılında; büyük bir küskünlükle, yalnız başına, annesinin kayıp sesine kavuşmak için, –zaten ait olmadığı bu yalan dünyaya– gözlerini bir daha açmamak üzere son kez kapatır. 

Arka Kapak dergisi 33. sayı