Cemil Üzen

İhsan Oktay Anar edebiyatının ayırt edici vasfı sorulduğunda akla ilk gelen birkaç sözcükten biri şüphesiz “dil” oluyor. Üzerine çokça yazılıp çizilen bu “yapay” dilin coşkulu taraftarları kadar öfkeli muhalifleri de var. O güne kadar Türk edebiyatında pek karşılaşmadığımız bu ilginç yazınsal tasarrufla ilgili eleştiriler temelde bu iki kampın çatışması üzerine kurulu.

Bu dilin savunucularının temel argümanı, böyle bir dili oluşturmanın son derece yaratıcı bir iş olması üzerinde temelleniyor. Anar’ın masalsı evreninin temel yapıtaşı olarak görülen bu dil, çoğu kez Tolkien’in diliyle birlikte anılıyor ve ihata ettiği sözcük dağarcığının zenginliğiyle dehanın ve dil cambazlığının güzide bir örneği olarak kabul ediliyor.

Karşı kamptakiler ise bu dilin tutarsızlığına ve gerçekdışılığına yoğunlaşmış durumda. Anar’ın sözcük seçimlerinde bir standart gözetmemesini ciddi bir kusur olarak görenler olduğu gibi, “tarihin hiçbir döneminde var olmamış bir dil” ile yazdığı için bunu yazarlık kumaşı ve dil yetisine bir eksiklik olarak kaydeden muhafazakâr bir okur/eleştirmen kitlesi var.

Bir argümanın doğru olması ve işlevsel olması farklı şeylerdir ve ikinci grubun eleştirisinde bunun açık bir şekilde görüldüğünü düşünüyorum. Evet, Anar’ın yazdığı dil hiç olmayan bir dildir, hatta Anar’ın yazdığı dönemin gündelik dili çok iyi bildiğimiz bir dil de değildir, zira kadı sicilleri, salnâmeler, vilâyetnameler, risale-i garibe gibi küçük metinler ve dönemin bilimsel metinleri dışında dönemin ruhuna nüfuz etmemizi sağlayacak nesir neredeyse yok gibidir. “Şuradan ekmek al gel”in 17. yüzyılda nasıl söylendiği bir muamma olabilir. Anar’ın İstanbul’u nasıl bugün yaşayan kimsenin görmediği bir İstanbul’sa, o günün gündelik dili de bugün kimsenin aman aman bilmediği bir dildir. Peki, Anar’ın dilinin derdi o günün ruhu mudur? Hayır, bunu söyleyemeyiz. Zira onunki bir diyalog dili değil; ambiyans yaratıcı, anlatım odaklı bir dildir. Zaten o güne ait olmayan sözcükler içermektedir ve Anar’ın farklı dönemleri anlattığı kitaplarında da pek değişmemektedir. Bu nedenle, Anar’ın dilinin tutarsız ve gerçekdışı olduğu eleştirisi ne kadar doğruysa bir o kadar da işlevsizdir.

Ya diğer tarafın tezleri ne kadar isabetlidir? Örneğin, Tolkien’in yapay dillerini ve Anar’ın yapay dilini aynı düzlemde savunmak doğru bir tercih midir? Bu meselede dikkat etmemiz gereken nokta işlev ve işlevselliktir. Tolkien’in dillerinin anlatım dili olmadığının, kurguda ve metinsel oyunda bir dayanak ve imkân sağlamak için yaratılmış işlev sahibi diller olduğunun farkına varmak gerekir. Tolkien için bu dilleri yaratmak neredeyse kurgusal bir zorunluluk haline gelmiştir. Anar’ın yapay dili ise hikâye henüz başlamadan, bir fon olarak vardır ve kurgusal bir mecburiyetin ürünü değildir. O yüzden bir “buluş” olarak Tolkien’in dillerinin sınıfında sayılamazlar. Anar’ın masalsı atmosferinin ancak bu dil ile mümkün olduğunu iddia edenler olabilir, fakat yeterli düzeyde eski Türkçe sözcük bilen biri için bu savunma pek de anlamlı değildir (Nitekim Anar’ın dilinin yapaylığı zamansaldır). Elfçeye nazaran eski Türkçe sözcükler çok daha bilinir vaziyettedir. Üstelik, Anar’ın anlatısı ve olay örgüsü bu dile muhtaç olmaksızın da masalsı bir renge sahiptir.

Peki, okur tarafından böylesine güzel bulunan bir dilin yaratılması için ille de ihtiyaç duyulması mı gerekir? Bu soru, sonu çıkmaz sokak olan bir estetik problemine aittir ve roman denen şeyden ne beklediğinizle ilgilidir. Bir şeyi sadece güzel olduğu için beğenebilir ve bunu estetik bir ihtiyaçla ilişkilendirebilirsiniz. Hatta edebiyat kimileri için sadece böyle bir ihtiyaçtan ibarettir. Ancak, bahsi geçen şeyle farklı bir beklentiyle temas kuran kişiyi ikna etmek için tek başına “estetik” argüman yetersizdir. Keza, Anar da sadece kişisel tatmin için bu dille yazmakta hürdür; elbette bu dilin romanın üzerinde gereksiz bir yük oluşturduğunu söyleyenler kadar.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 9.sayısında yayınlanmıştır.