A.Ali Ural

Anneler yoklama yapar. Pencereleri açıp çocuklarının isimlerini bir uçurtma gibi bırakırlar rüzgâra. Oyun bitmemişse rüzgâr başka tarafa savurur uçurtmaları; ağaçların çocukların ulaşamayacağı dallarına… Fakat eve dönüş zamanı gelmiştir ve anneler çocuklarının adlarını her defasında seslerini biraz daha yükselterek tekrarlamaktan usanmazlar. Kızgınlıklarında dahi evlatlarının adlarını telaffuz etmekten doğan gizli bir haz vardır.

– Colaman! Colaman! Neredesin oğlum? diye bağırdı Nayman Ana.

Cevap veren olmadı, görünen yoktu. – Colaman! Neredesin? Ben geldim, ben, annen! Neredesin?

“Gün Olur Asra Bedel”de Nayman Ana, bütün anneler adına sorar bu sarsıcı soruyu: “Neredesin?” Ses çıkmadığına göre bir yerlerde gizlenmektedir çocuklar. Ses çıkmadığına göre yolunda gitmeyen bir şeyler vardır.

Nayman Ana merakla her tarafa göz gezdirirken, mankurt oğlunun bir devenin ardında diz çökmüş, yayını germiş, ok atmaya hazır beklediğini göremiyordu. Mankurtun gözüne güneş ışığı düşüyor ve bu yüzden tam nişan alabilmek için uygun ânı bekliyordu.

Oğlunun başına bir şey gelmiş olmasından korkan Nayman Ana ise seslenmeye devam etti: -Colaman! Oğlum!

Nayman Ana birden eyerin üzerinde döndü ve oğlunun kendisine nişan aldığını gördü. – Dur! Atma!”

 

Cengiz Aytmatov, “annesine nişan alan oğul” resmini hafızamıza basarak dağlar burada bizi. Kalbimizin çatırdadığı bir andır. Kabullenemediği sahneyi. Can havliyle reddetsek de göz açıp kapayıncaya kadar gelmiştir felaket.

 

“Ancak bunu diyecek kadar zamanı olmuştu. Deveyi mahmuzlayıp hızlandırmak istemişti ama fırlatılan ok vınlayarak sol böğrüne saplanmıştı bile!

Darbe öldürücüydü. Nayman Ana’nın başı sarktı, devenin boynuna sarılmak istediyse de tutunamadı, yere yuvarlandı. Ama kendisinden evvel beyaz yazması düştü başından. Ve bu beyaz yazma bir kuş olup havalandı. Ana’nın ağzından çıkan son sözleri tekrar ede ede gökyüzüne uçtu gitti: ‘Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!’”

 

Bu tabloyu hazmetmek mümkün değildir. Şayet “Mankurt”un kim olduğunu anlatmasaydı daha önce Aytmatov, belki de okur bir daha açmamak üzere kapatacaktı romanın kapağını. Fakat o mankurtu okura bir Kırgız efsanesiyle tanıtırken dün aynasında bugünü yansıtmaya çalışmıştı:

 

“Juan-Juanlar’ın insanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış. Önce esirin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Derinin en kalın yeri boyun kısmı imiş ve oradan başlarmış yüzmeye. Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Böylece sarılan deri, bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa benzermiş. Buna “Deri geçirme işkencesi” derlermiş. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt, yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş…

Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle imiş…”

 

Cengiz Aytmatov, her yazar bir milletin çocuğudur, diyerek çıktığı gelenek çizgisinde evrensel bir izleği yakalayabilmek için bütün zamanlara işaret eden “tipik karakterler” yaratmaya çalışır. Kırgızistan coğrafyasının masalları, türküleri, ninnileriyle mayalar asra bedel olan günü. Sabitcan karakteriyle dinini, dilini ve ailesini unutmuş bir nesle işaret eder. Romanı okurken Dede Korkut’un Salur Kazan’ını hatırlamamak mümkün değildir.

 

Trabzon Tekfuru  Kazan Han’a bir şahin hediye etmiş, ava çıkıldığında şahin düşman sınırlarına girerek, peşinden Salur Kazan ve adamlarını sürüklemişti. Konaklayıp uyuduklarında düşman baskın yaparak Bey’I esir almıştı. “Bizi öv, seni serbest bırakalım” dediler, kuyuya attıkları Kazan’a. Reddetti bunu Bey. “Oğuz erenleri dururken size övmem” deyince bir domuz ahırına hapsettiler onu. Yıllar sonar Kazan’ın oğlu Uruz büyüdü, delikanlı oldu. Lakin, Bayındır Han’ı babası sanıyordu. Bir gün, adamın biri, “Senin baban Kazan Han’dır, o da Tuman Kalesi’nde hapistir” deyince soluğu seferde aldı. Yol üzerinde başka bir kaleyi zapt ettiklerinde korkan Tekfur’un başkanlığında toplandı düşman. Çare olarak Kazan Han’ı zindandan çıkarıp hasımlarına karşı kullanmak istediler. “Üstümüze bir düşman geldi, bunların hakkından ancak sen gelirsin,” diyerek, silahlandırdılar onu. Kazan Han baktı ki Oğuz beyleri gelmiş, savaşmak için sıra sıra dizilmişler, üstelik tanımıyorlar onu, sırayla, canlarını fazla yakmadan alt etti onları. Sonunda Uruz, babasına hücum etti. Yaman vurup omzundan yaraladı. Bir daha vuracaktı ki Kazan, “Oğlum, ben senin babanım,” deyiverdi. Uruz o an attan indi, babasının elini öptü. Cümle Oğuz beyleri sıra ile Kazan Han’ın elini öptüler. Sonra hep birlikte kâfire saldırıp kalesini zapt ettiler…

Görünen o ki Dede Korkut’taki “tanınmayan baba” figürü “Gün Olur Asra Bedel”de “tanınmayan ana”ya dönmüştü. “Baba” ve “Ana” atayı imliyor, aidiyet meselesini çözemeyen bir milletin sürükleneceği akıbeti işaret ediyordu. Annelerimiz ve babalarımız dilimiz ve geçmişimizdi çünkü. Ne diyordu Azeri Şair Bahtiyar Vahapzade:

Yok men hiçem,

Men yalanam,

Kitap kitap sözlerimin

Müellifi benim anam.

Annelerimizin masalları yerini başka dünyaların masallarına bırakalı bakış açılarımız değişti. Kendimize bir yabancı gibi bakar olduk. Müslüman milletler birbirlerini yabancı milletler olarak, gerçek yabancıları ise öz aileleri olarak görmeye başladılar. Dünyanın dengesi bozuldu. “Bu masallarla, ninnilerle kulağı terbiye edilemeyen; ayağı bu toprağın çamuruna bata çıka büyümeyen nesiller hiçbir zaman bize hizmet etmeyecekler,” diyen Vahapzâde nur içinde yatsın.

İşte bu da Paul Valery’nin Masal’ı: “Kral, ‘Seni ölüme mahkum ediyorum, ama seni Sen olarak değil Xios olarak ölmeye mahkum ediyorum,’ dedikten sonra, Xios’un bütünüyle farklı bir ülkeye gönderilmesini buyurdu. Adı değiştirilmiş ve usta rötuşlarla yeni bir görünüm verilmişti. Yeni ülkesinin insanları onun için yeni bir geçmiş, yeni bir aile, onunkilerden çok farklı yetenekler yarattılar. Önceki yaşamına ilişkin bir şey hatırlayacak olsa, onu yalanlıyor, divane olduğunu ve bunun gibi şeyler, söylüyorlardı. Ona bir aile hazırladılar; onun olduklarını söyleyen bir karısı ve çocukları oldu. Sözün kısası, her şey ve herkes, olmadığı kişinin o olduğunu söylüyordu ona.”[1]

 

“Xios”lar evlerinin penceresinden dışarıyı seyrederken kültür hırsızları tarafından çalınanlardı. Çalıntı maldan daha tehlikeliydi çalıntı insan. Çalınanlardı, diyorum, çünkü bizim topraklarımızda dünyaya gelen, bizim ninnilerimizle büyüyen bu çocuklar nasıl olmuştu da başkalarının şarkılarını söyler hâle gelmişlerdi!

Camus’nun “Yabancı”sında Meursault, “Anam ölmüş bugün. Belki de dün bilmiyorum,” diye başlıyordu söze ve cenaze törenine katılmıyordu annesinin. Faulkner’ın “Döşeğimde Ölürken”inde ise Cash ölmekte olan annesi için bir tabut yapıyor, her çiviyi çaktığında onaylaması için annesine gösteriyordu. Roman karakterleri, Cash’in bu davranışına karşı çıksa da Cash, “annesinin tabutunun yapıldığını görmekten büyük bir zevk aldığını,” söylüyordu.

Ey, annelerini unutmayan çocuklar! Ey bu toprakların izzetli günlerini arkeolojik bir kazı yapar gibi değil, evine döner gibi arayanlar! Anneniz “Neredesin?” diye seslenirse size bir gün, Sarı-Özek bozkırında “Adını biliyor musun? Kim olduğunu biliyor musun? Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!” diye öten dönenbay kuşunu hatırlayıp “Buradayım!”  deyin.

[1] Paul Valery’nin Histoires Brisees’deki bu masalını Borges “Olağanüstü Masallar”da naklediyor. (Mitos Yayınları, İstanbul 1993, s. 104)

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 12.sayısında yayınlanmıştır.