Osmanlı Türkçesiyle yazılmış 19. yüzyıl klasikleri bir süredir farklı yayınevlerinin farklı editöryal yaklaşımları ile basılıyor, çoğu sadeleştirilmeden yayımlanıyor. Recaizade Mahmut Ekrem‘in Araba Sevdası da bunlardan biri. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü akademisyenlerinden, şair, yazar Bâki Asiltürk klasiklerle ilgili düşünen, yazan bir isim. Emre Bayın kendisiyle hem Araba Sevdası üzerine hem de genel olarak Türkçe klasikler ve yayınlanma biçimleri üzerine dolu dolu bir söyleşi yaptı.

Söyleşi: Emre Bayın

Hemen hemen her yerde, hatta artık AVM’lerin raflarında bile, Türk edebiyatının klasiklerine rastlıyoruz. Bu çeşitliliğin arasında olası bir kötü basım okuyucularda klasiklere karşı bir önyargı yaratabilir. Sizce, böyle sorunlarla karşılaşmamak için nasıl bir yayın politikası izlenmeli?
Günümüzde kitap basım teknolojisi o kadar gelişti ki; sadece klasiklerde değil, diğer kitaplarda da kötü basıma nitelikli bir okuyucu artık tahammül edemiyor. Yeni basım kitapları sürekli izleyen, haftada bir kitapçı raflarına bakan bir okuyucunun eli gitmiyor bu tür kitapları almaya. En azından ben böyle bir okuyucu olduğumu söyleyebilirim. Kitabın içeriği kadar baskı tekniği, basım güzelliği de ilgilendiriyor beni çünkü sadece bir okur değil aynı zamanda bir kitap koleksiyoneriyim. Klasiklerin durumu biraz daha farklı, çünkü klasikler belli tarihlerden sonra tekrar tekrar basılan, çok okuyucusu olan kitaplar. Bu okuyucu çokluğunda, daha doğrusu okuyucu sürekliliğinde bazen zorunluluklar bazen de gönüllülük devreye girebiliyor.

İşte, Balzac, Dostoyevski, Kafka vd. gibi sürekli okunan yazarlar bunlar. Bazen de milli eğitiminin hazırladığı yüz temel eser listesinde adı olması, bir kitabın ya da yayınevinin kitabına iyi bir tanıtım yapmış olması, usta ya da çağdaş yazarların önsöz yazması vs. o kitabı tekrardan okunur kılabiliyor. (Kitaplığımda olan Dostoyevskileri, sırf Orhan Pamuk önsöz yazdığı için tekrar aldığımı belirteyim.) Bu durumda yapılacak şey, klasikleri mutlak surette, klasik kelimesine saygı duyulacak şekilde, iç düzenlemesi, kapak düzenlemesi gibi şeylerin hakkını vererek basmaktır. Yazarların onlara harcadığı emeğe ve üzerinden geçen yılların -bazen yüzyılların- o kitaba kazandırdığı değere saygı duruşu olması gerekiyor bir nevi. Böyle yapıldığı zaman eminim, sadece belli listelere bakan okuyucular değil, sürekli kitap okuyan, edebiyatın gündemini takip etmeye çalışan okurlar da kendilerini klasiklerle bir hesaplaşma içinde görmek isteyeceklerdir… Son dönemde sevindirici bir durum; Türk veya Avrupa klasiklerinin eskisine göre çok daha iyi baskılarla okuyucu önünü çıktığını görebiliyorum. Ama aynı zamanda, korsan yayınevlerinin klasiklere gösterilmesi gereken saygıyı göstermediği de ortada! Ben kendi öğrencilerime, belli yayınevlerinin, hatta gerekirse bazı çevirmenlerin ismini veriyorum. Böyle bir yönlendirme olursa okuyucu neyi alıp neyi almaması gerektiğini bir süre sonra kendisi kavrayabiliyor.

Gözlemleyebildiğiniz kadarıyla Türkçe okurunun klasiklere bakış açısı nasıl?
Günümüz okuyucularının klasikleri yaygın şekilde okuduğunu söyleyemeyiz. Postmodernizm yüzeyselliğinin göstergelerinden biri olarak günümüz okuyucusu popüler/popülist yayınlara çok düşkün. İçine bir padişah, birkaç hanım sultan, cariye filan koyulunca tarihsel roman olacağı zannedilen düzeysiz çiziktirmelere düşkün bir okur kitlesi var maalesef. Gerçek polisiye tadından uzak, sadece olay akışına, heyecanlı koşuşturmalara dayalı karalamalar da çokça okuyucu buluyor. Elbette her okur kendi düzeyine göre seçim yapacaktır kitap ararken. Ancak lise veya üniversite öğrencileri klasikleri belli bir ilgiyle okuyorlar. Akademideki ve lisedeki öğrencilerin bunları okumasının sebebi de genellikle zorunluluktan kaynaklanıyor. Ödevler, tezler, temel eser listeleri vs. Şunu da gözlemliyorum, lise öğrencileriyle de yakınlığım var, imza ve söyleşi için sık sık okullara gidiyorum, örneğin 100 Temel Eser Listesine göre öğretmen Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sını önermişse öğrenci kendi marifetiyle Kuyucaklı Yusuf’u da okumak isteyebiliyor. Yazarın ikinci, üçüncü kitabına da gitmek istiyor.

Bunun dışında klasiklerin bugün çok okuyucusu olduğunu söyleyemeyiz. Yeni çıkan kitaplar, özellikle de eğlenceye davet edenler daha çok okunuyor. Klasikler insanın durumundan değil, insanlık durumundan haber verir, bu ise vasat okuyucu için ağı bir yüktür. Gündeş okuyucu kendisini rahatlatacak sabunköpüğü kitaplara düşkün. Nitelikçe çok geri olsalar da anlık etki sahibi olmaları bunları nicelikçe öne çıkarıyor. Öte yandan, klasiklerin, Attillâ İlhan’ın tabiriyle “uzun-satarlık” gibi bir özelliği var. Belki “çoksatar” değiller ama “uzun-satar”lar. Böyle bakarsak, hâlâ Çalıkuşu’nun baskı sayısını aşabilmiş kitap yok! (İlk baskı 150.000 filan gibi şişirilmiş duyuruyla okura sunulan kitapların genellikle ilk baskıda kaldıklarını, Çalıkuşu’nun ise bilmemkaçıncı baskıya ulaştığını gözden kaçırmayalım.) En çok basılan, en çok okunan kitap Çalıkuşu… Demek ki, klasikler için de ciddi yayın çalışmaları yapılırsa, onların da okuyucu nezdinde kazandıkları popülerlik ya da değerde süreklilik sağlanabilir.

Geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları, eleştirel ve sadeleştirilmiş olmak üzere, iki farklı Araba Sevdası baskısı yayımladı. Araba Sevdası özelinde, genel olarak Recaizade Mahmut Ekrem Türk Edebiyatı için ne ifade ediyor?
Önce eleştirel ve sadeleştirilmiş baskı üzerine bir iki şey söylemek isterim. Eleştirel baskıları önemsiyorum. Çünkü eski yazıda kalmış klasiklerin, eli yüzü düzgün, yazarın sağlığında yayımlanmış son baskı üzerinden, eleştirel baskılarının yapılması önemli. Çünkü bu kitapların neredeyse, yazıldıkları tarihteki dil ve sözcük kadrosuyla bugünkü okura ulaşması sağlanıyor. Sadeleştirilmiş baskıları da şu açıdan önemsiyoruz; lise düzeyindeki öğrencilerin de bu kitapları okuması gerekiyor. Ama onlara ısrarla, “yanına bir Ferit Devellioğlu sözlüğü koy, diğer yanına da romanı koy” şeklinde bir dayatma yapamayız, ölü bir dil üzerinden onları sınava çekemeyiz. Bunu yaparsak sevdirmek bir yana klasiklerden uzaklaştırmış oluruz okuru… Dolayısıyla iyi yapılan sadeleştirilmiş basım onlara hitap ediyor. İkisinin de ayrı değer taşıdığını düşünüyorum. Orijinale dayanan baskılar akademik çevreye daha çok hitap ediyor.

Recaizade üzerinden konuşacak olursak, Recaizade Mahmut Ekrem, geleneksel edebiyat ile modern edebiyatın bağını ilk kesenlerden biridir. Daha doğrusu, edebiyatçıların kopardığı bir bağ yerine ölen bir zihniyetten ve yerine gelen yeni zihnyetten söz etmek gerekir. XIX. yy.da Divan zihniyeti ölmüş, tarihe mal olmuştur. Recaizade zaten kopmuş olan bağa dikkat çekip yeniyi gösterenlerdendir. Hamid şiirde bunu yapıyor, Recaizade hem şiirde hem romanda… Bilindiği gibi Tanzimat’ın birinci kuşağı sadece tema, konu, içerik bağlamında bir değişiklik yaptı, Divan şiirine göre. Divan şiiri biçimlerini kullanmaya devam edip sadece içeriği değiştirdiler. Yazılan romanların da hayata daha yakın, gerçekçi bir bakış açısıyla kaleme alınması ilk olarak Recaizade ile gerçekleşiyor. Araba Sevdası üzerinden… Hem edebiyata gerçekçi bakış açısını getirmesi, hem çok başarılı ironik bir dil kullanabilmesi Recaizade’yi farklılaştırıyor. Ayrıca, burası çok çok önemli, o yıllarda Avrupa romanlarında bile görülmeyen iç-konuşma tekniğini başarıyla kullanması büyük bir yeniliktir. O yüzden Recaizade’yi çok önemsiyorum. Daha da önemlisi, büyük yazarlar kendilerinden sonraki kuşağın önünü de açan yazarlardır. Servet-i Fünun’un ortaya çıkmasında da Recaizade’nin çok büyük payı var. Fikret’i çağırması, diğerlerini toplaması… Hem romanıyla hem bu toparlayıcı tavrıyla yeni edebiyatın öncülerinden…

Romanda, Recaizade Mahmut Ekrem, aynı zamanda batılılaşmayı yanlış anlamış bir neslin, Bihruz Bey üzerinden, eleştirisini de yapıyor. Aynı eleştiriye Ahmet Mithat’ın Felatun Bey ve Rakım Efendi romanında da rastlıyoruz. “Bihruz”u dönemi içinde daha görünür kılan, diğer roman karakterlerinden ayıran özellikler neler?
Ahmet Mithat Efendi kötü bir romancıdır. Bilgisi yüzeyseldir, bir şey öğrenip onu hemen uygulamaya kalkan aceleci ve vasat yazarlardandır. Dolayısıyla kafasında, roman yazarken tip yaratmak, karakter yaratmak, bir insanın dünyasına derinlemesine dalmak gibi bir düşünce yoktur. Daha çok, karikatürize bir yazarlık anlayışı var, ortaoyunundaki gibi lafazan ve yüzeysel karşıtlıklar üzerinden kurgular romanı. Recaizade ise bazı noktaları daha iyi kavramış, hocalığının hakkını vermiştir. Ahmet Mithat, “hâce-i evvel”dir, yani ilkokul hocası! Recaizade ise lise ve üniversite hocasıdır, aradaki fark belli! Şöyle bakalım: Araba Sevdası’nda Bihruz’un karşıtı yok, olması da gerekmiyor. O karşıt-karakter olmadan, akıllarda kalabilen bir tip yaratabiliyorsa yazar, asıl başarı orada. Aksi takdirde, ikili-karşıtlıklar üzerinden gittiğinde, bir Rakım Efendi var, karşısında Felatun Bey var; bunu kurgulamak zekâ veya yetenek gerektirmez. (Ahmet Mithat’ta en çok eksik olan, yetenektir!) Bu görüntü ortaoyununda, Karagöz’de, halk hikâyelerinde zaten vardır ve bu ikilik vasat okuyucuyu doyurmaktadır. (Yeşilçam melodramları onyıllarca bununla idare etmiştir.)

Bu, rahatça aklımızda kalabilir. Fakat bu durumun aklımızda kalmasını sağlayan şey yazarın başarısı değildir. Asıl başarı, klişe olmadan, ikili karşıtlık olmadan dramatize edebilmektir. Bir başka nokta da şudur, demin kısaca değindim: Ahmet Mithat Efendi’nin romancılığı daha çok, geleneksel anlatı tekniğine dayanır. Meddah anlatısı, ortaoyunu, Karagöz… Recaizade ise, ilk ve tek romanıyla bu türün ne olduğunu anlayabilmiş olduğu gösteriyor. Keşke o kötü şiirlere harcadığı mesaiyi romana harcayıp 2-3 roman daha yazsaydı. Bir başka nokta, Bihruz Bey’in Felatun’a göre öne çıkmasını sağlayan sebeplerden biri, kendi dünyası içerisinde düşünüldüğünde, çok tutarlı bir karakter olması, kendi dünyası içinde var olması. Bir davranışı, başka bir davranışını değillemiyor. Mektup yazarken de aynı Bihruz Bey’i görüyoruz, Çamlıca’da dolaşırken de aynı Bihruz Bey’i görüyoruz, Beyoğlu’nda alışveriş yaparken de aynı Bihruz Bey’i görüyoruz. Bunun böyle olması için de başkalarına ihtiyaç kalmıyor. Kendi başına bir varlık. Halbuki Felatun Bey’in dünyasından Rakım Efendi’yi alalım, Felatun Bey daha da karikatürize bir tipe dönüşür ve çok zayıflar, hatta ölür.

Berna Moran, Araba Sevdası’nın, Dujardin’in Les Lauries sont Coupes romanından daha önce yayımlanmış olduğunu söylerken; iç-konuşma tekniğinin Araba Sevdası’nda bir “taklit” sonucu kullanılmadığına dikkat çekmek istiyor aslında. Fakat, bu durumun çok geç fark edildiğinden de yakınıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz, Araba Sevdası da önemi geç fark edilen romanlarımızdan mı?
Yukarıda değindim, iç-konuşma tekniği üzerinden bakıldığında Araba Sevdası ilklik özelliği olan bir romandır. Yine, dönemin en çok okunan popüler ve popülist yazarı Ahmet Mithat üzerinden konuşursak, buna şöyle de bakabiliriz: Gerçekten nitelikli romanlar bazen kendi zamanlarında okur nezdinde göz ardı edilebiliyor. Popülerler öne çıkıyor. Bugün de bunu yaşıyoruz. Her dönemde yaşanmıştır bu. Ama popüler/popülist romanların 15-20 sene sonra ciddi edebiyatın ve edebiyat tarihlerinin gündeminde olmayacağını da biliyoruz. Mithat Efendi dönemin popüler yazarı, bundan dolayı da çok okunan bir yazar, ancak romanları son derecede yüzeyseldir. Halkta roman okuma alışkanlığı yaratmış olması bir hizmet midir, doğrusu bunu da tartışmak lazım. TV dizileri izleyicide ne kadar sinema merakı uyandırabilirse Mithat Efendi’nin hizmeti de o kadardır sanırım.

Yani, Mithat Efendi’den yola çıkan biri Halit Ziya’ya varmaz, varamaz, varamadığı gibi kendi eksikliğinin farkında olmayıp Halit Ziya’yı kapalı, anlaşılmaz, yabancılaşmış olmakla suçlar! Recaizade ne yazık ki romancılıkta ısrar etmemiş bir yazar. Ondan ötürü şairliği ve üstatlığı, hocalığı daha önde, romanı öksüz bırakmış gibi görünüyor. Eğer Türk edebiyatı Avrupa coğrafyasında dolaşım şansı bulabilen bir edebiyat olsaydı o tarihlerde, muhtemelen çok daha erken dikkat çekerdi Recaizade’nin romanı ve romandaki iç-konuşma tekniği. Bir Fransız, bir İngiliz yazarın Recaizade’den etkilendiğini konuşuyor olabilirdik bugün. İçine kapalı bir edebiyat olmamız, Türkçenin Avrupa’da dolaşımda olmaması sebebiyle, erken yaptığı bir yenilik, ilklik çok sonradan fark ediliyor. Tabii artık bir değer de ifade etmiyor dünya edebiyatıyla karşılaştırdığımızda…

Ayrıca yine Berna Moran, Araba Sevdası’nın sadeleşmiş bir baskısını okuduğundan ve bu baskının oldukça kötü olduğundan da bahsediyor. Son yayımlanan sadeleşmiş basım sizce başarılı mı ve böyle basımlar, okuyucuya klasikleri sevdirme ve “örnek okur” vasfını kazandırma sürecinde bir aracı olabilir mi?
Yeni baskıyı çok başarılı buldum. Ben de lisede öğrenciyken kolay okunuyor diye, mesela Mai ve Siyah’ın, Eylül’ün sadeleştirilmiş baskılarını arardım. Fakat Türk Edebiyatı eğitimi alırken klasiklerin sadeleştirilmemiş baskılarını, hatta orijinallerini okuma gereği duydum. Bunları eskiden okuduğum sadeleştirilmiş baskılarıyla karşılaştırdığımda, sadeleştirilmiş baskıların neredeyse bir “edebiyat cinayeti” denecek kadar kötü olduğunu gördüm. Çünkü sadece konuyu vermek istemişlerdi. Dolasıyla üslup tamamen kaçmıştı.

Bir başka nokta, eski sözcüğün yerine günümüz Türkçesindeki karşılığını koymak romanı sadeleştirmek demek değildir. Böyle olunca çok komik durumlar ortaya çıkıyor. Dolayısıyla üslubu ve dili bozmadan, eski kelimelerin bulunduğu cümleyi yeniden kurgulayarak sadeleştirmek gerekiyor. Bir çeşit yeniden yazım gibi… Geçmişte çok böyle olmadı, ama bir ara dönemdi. Bugün artık Türk edebiyatının klasikleri de yerli yerine oturduğuna göre onlarla ilgili yapılacak yayın çalışmalarının da daha özenli olacağını düşünüyorum. Kötü olan iyi olanı bir müddet kovabiliyor, ama iyi olan kendi yerine geldiği zaman kötü olan çok çabuk piyasadan uzaklaşıyor.

Son günlerde Osmanlı Türkçesi’nin liselerde zorunlu ders olarak okutulması tartışılıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Böyle bir durum gerçekleşirse, edebiyat tarihimizin anlaşılmasına ve anlamlandırılmasına katkı sağlayabilir mi?
Katkı sağlayacağını düşünmüyorum. Sosyal Bilimler Liselerinde verilmesi gerekir, zaten veriliyor da. Çünkü onlar edebiyat ağırlıklı, biraz daha akademiye yakın bir eğitimden geçiyorlar. Sosyal Bilimler Liselerinin dışındakilerde yararlı olmaz. Bunun yerine, belki özel kurslar açılır, gerekirse Milli Eğitim’e de bağlı olabilir, ama üniversiteler bu kursları açarsa daha iyi olur, yazarlık atölyeleri gibi özel kurslar açılabilir. İlgi duyan, gidip orada öğrenebilir. Belki Edebiyat Fakültelerine, Tarih ve Hukuk eğitimine Osmanlı Türkçesi hazırlık sınıfı getirilip dışardan öğrenmek isteyenlere de açık olabilir. Edebiyat tarihimiz, ana akım yapıtlar bir yana ikincil-üçüncül eserler üzerinden bile belirlidir.

Osmanlı Türkçesi burada neye katkı yapacak? XIII.-XX. arasından aktarılmaya değer bütün eserler yeni harflere aktarılmış, bunlar üzerinde (Divan, tezkire, tarih, roman vs.) araştırmalar, akademik çalışmalar yapılmıştır, yapılmaktadır. Eksiğimiz, Osmanlı Türkçesi harfleri değildir; asıl eksiğimiz, eski eserlere yeni kavram ve kuramlar eşliğinde, yeni bakış açılarıyla bakmadadır. Hangi Divan şairinin divanındaki şiirler oto-psikoloji yöntemiyle okunmuştur? Hangi Tanzimat yazarının eserleri biyografik okumaya tabi tutulmuştur? Yüzey yapı-derin yapı üzerinden hangi Servet-i Fünun şairine veya sembolist şairimize bakılmıştır?