Muhittin Şimşek

Karaağaç yaprakları kaldırımları kaplamış. Kalanlar da dökülmeye yüz tutmuş. Geniş, dikey ve yatay caddeler; boylu boyunca karaağaçla donanmış, Kaldırımlar neredeyse bir cadde büyüklüğünde kaldırımın kenarına dikilmiş ağaçların sulanabilmesi için açılan kanallar, yılın her mevsimi dağdan gelen su ile çağıl çağıl akar.

Su, kanaldan akarken her ağacın köküne giden küçük bir delikten ağacı besler. Yatay ve dikey caddeler, uzun ve düzgün. Numaralandırma, dikey caddeler çift rakamlı, yatay caddeler tek rakamlı. Çok basit.

Eski SSCB’nin yaptığı en iyi işlerden birisidir şehir planlama. Olabildiğince geniş, düz caddeler ve caddeleri süsleyen ağaçlar. Panfilov parkında, cıvıl cıvıl koşuşan, oynayan çocuklar, ister istemez “çocuk her yerde çocuk” dedirtiyor size. İkindi vakti mektepten çıkan çocuklar ve gençler şakalaşıyorlar. Ve fakat elinde çöp ya da su şişesi bulunanlar koşarak çöp tenekesine elindekileri bırakıp tekrar oyuna devam ediyorlar. İki okul çocuğu parkın bir köşesine oturmuş defterlerinden birbirlerine bir şeyler gösteriyorlardı. Belli ki ödevleri ile ilgili konuşuyorlar. İzin istedim ve defterlerine baktım. İnci gibi el yazısı. Düzenli sayfalar. Hayran kaldım ve gıpta ettim. Nasıl gıpta etmeyeyim ki. Biz birbirimizin yazısını okuyamıyoruz. El yazısını unuttuk. Çocuklarımıza da öğretemedik. Henüz yeni yeni konuşmaya başlayan bir kız çocuğu paytak paytak yürürken annesine minik işaret parmağıyla yerde rengarenk yaprakları  göstererek “mamma listiya, listiya” diyordu. Anne Kazak, fakat minik yavru Kazakça değil Rusça “yaprak” demeye çalışıyordu. Doğrusu üzüldüm.

Sonra dikkat ettim sokakta gençlerin hemen hepsi Rusça konuşmayı tercih ediyor. Neden sonra öğrendim ki Rusça konuşmak bir prestij unsuru ya da elit görünme çabasından kaynaklanıyormuş. Panfilo Parkı dedim de:

Bu park, içinde çeşit çeşit ağaçları barındıran şehrin göbeğinde genişçe bir alandır. Her mevsim güzel ve cıvıl cıvıl. Ama illa sonbahar… Muhteşemdir güz mevsiminde. Yapraklar sarıdan kırmızıya her tonda renk cümbüşü sunarlar adeta. Dinlenmek ve doyasıya manzara seyretmek için oldukça güzel bir yer. Adını Moskova dışında Nazilerle savaşırken ölen ve Panfilov kahramanları olarak anılan Almaata piyade birliğine bağlı 28 askerden almış. Park içerisinde çeşitli heykeller görebilirsiniz. Bu askerlerin anısına 365 gün 24 saat sönmeyen meşaleyi görmek mümkün. Tabii demet demet çiçekler bırakılmış halde… Tanrı Dağları’nın bir uzantısı olan Alatau (Ala Dağlar) olanca ihtişamıyla şehri çevrelemiş. Yaz- kış karlıdır.

Bu kadar ihtişamlı dağları olan bu kültürde, nedense “başı dumanlı dağlar”, “Karlı dağlar” gibi türkülere, şarkılara pek rastlanmaz.

Tam bir karasal iklim hakimdir şehre. Kış da kış hani, hakkını veriyor. Kasımda düşen kar, nisana kadar kalkmaz. Her zaman yağmaz. Fakat her taraf neredeyse beş ay karlıdır. Çünkü soğuk hava donan karın kalkmasını engeller.

Şehir, tarihi ipek yolu üzerinde kurulmuş. Elmanın anavatanı olarak bilinen Almaata’nın ismi, şehirde bulunan onlarca çeşit elma ağacından geliyor.

Orta Asya’nın en modern şehri olarak ünlenen Almaata sokaklarındaki lüks araçlar, restoranlar, mağazalar, iş kuleleri ile tahminlerinizin ötesinde bir şehir. 1991 yılında bağımsızlıktan sonra ilk başkenti oldu ülkenin, on yıl kadar. Nedeni siyasi olduğu söylenen bir kararla Başkent Astana oldu. Doğrusu bizim İstanbul – Ankara ikilemine çok benzeyen bir yapısı var bu kararın. Almaata ticaret, kültür, turizm şehridir. Üniversiteler şehridir. Buna mukabil Astana, biblo gibi süs eşyasını andıran bir şehirdir. Ruhu yok, estetikten uzak. Binalar, binalar, gösterişli yapılar… Ama hepsi süslü püslü rüküş kadınlara benzer. Zaten bürokratlar ve siyasetçiler hâla alışamamışlar Astana’ya. Tıpkı İstanbulluların Ankara’ya alışamadıkları gibi.

Nice siyasetçi, nice bürokrat, iş yerleri Ankara olmasına rağmen hafta sonunu iple çekerler İstanbul’a dönmek için. Üç dönem milletvekilliği yapmasına rağmen bir türlü Ankara’ya alışamayan Yahya Kemal, “Ankara’nın en güzel yönü, İstanbul’a dönüşüdür.” sözünü boşa söylememiş.

Geçenlerde bir Kazak dostum, bu söze izafeten “Astana’nın en güzel tarafı, Almaata’ya dönüşüdür” demişti gülerek. Modern hayat Almaata’yı da etkisi altına almış son zamanlarda. Tüketim alışkanlığı empoze edilmiş, yemek kültürü değişmiş. Büyük büyük AVM’ler. Batı tarzı “cafe”ler. Gece kulüpleri, geniş, çok geniş, iki üç katlı lokantalar… Özbek, Türkmen, Azeri lokantaları… Ve tabi Türk lokantaları.

Alatau’nun eteklerinde kış sporlarının yapıldığı kayak merkezleri, uluslararası yarışmalara da ev sahipliği yapıyor. Ayrıca çok sayıda lüks yazlıklar, çiftlikler şehrin zenginlerini ağırlar. “Kazakistan” ve dolayısı ile “Almaata” denince ilk at eti geliyor akla. Hemen yüzünüzü buruşturmayın öyle canım… Şehirde at eti diğer et türlerinden çok daha makbul imiş! (İmiş diyorum, zira on yıldır bu coğrafyaya gelirim hiç tatmadım.) Özel olarak yemek için at besleniyor ve yenilecek ata binilmiyor. Tabii ki koyun ve dana etine nazaran daha pahalı. “Beşparmak” Kazak mutfağının olmazsa olmazı. Önemli davetlerde muhakkak masaya gelir. İsteğe göre at eti veya diğer etlerden yapılan bu yemek, et ve et suyu ile haşlanmış bir çeşit yufka ile hazırlanan mantı irisi bir yemek çeşidi.

Özel misafirler için at etinin bulunmaması büyük bir eksikliktir. Misafirin önem derecesine göre etin miktarı artar. Misafir çok ağırsa atın pişmiş kellesi de gelebilir masaya. Masanın onur konuğunun eline büyükçe bir bıçakla çatal verilir. Önündeki at kellesinden ya da büyük arka budundan parçalar keserek masadakilere dağıtır. Kazak sofrası adab ister, usûl ister… Aksakal işaret vermeden yemeğe başlanmaz. Misafir sayısı üçten az dokuzdan fazla ise misafir denmez. Misafirin makbulü beş ile yedi kişiden oluşur. Yemek esnasında ev sahibinden başlamak üzere herkes teker teker konuşma yapar. Çay, yemek esnasında içilir. Ayrıca çay faslı yoktur. Yemek faslı uzun sürer. Yemeğin sonunda dua yapılıp “amin” deyip iki el yüze sürülmeden yemek bitmez. (Velev ki yemek içkili olsa bile…)

Şehrin önemli alışveriş alanlarından biri olan Silk Road çarşısının önünde trafiğe kapalı büyükçe bir alan var. Bu alanda ressamlar kendi eserlerini sokakta sergilerler, satarlar, hatta yaparlar. Bu resimler arasında en çok resim atlara ayrılmıştır. Zira malum olduğu üzere at, Kazak kültüründe çok önemlidir.  Şimdi diyebilirsiniz ki, bu ne yaman çelişki hem önemli hem kesip yiyorlar. Kesilen atın üzerine binilmez, koşturulmaz. Mümkün olduğunca dışarıda doğal ortamda beslenirler. Ve bunlara “jılkı” (yılkı) denir. Üzerine binilen ya da yük taşıtılan atlar kaslı olduklarında etleri sert olur ve yenmezmiş. Oysa doğal ortamda beslenen yılkıların etleri yumuşak ve rivayete göre kolestrol sıfıra yakın olurmuş.

Her şeyin saf hali var Amaata’da domatesin, biberin, her çeşit sebze ve meyvenin, bizim bildiğimiz anlamda taksi bulmak güç, çünkü her araç potansiyel bir taksidir. Caddeye çıkın her hangi bir araca elinizi kaldırın, durur. Ve yaklaşık beş yüz ile bin tenge (5-10 TL) arasında bir ücrete istediğiniz yere bırakırlar sizi. Almaata, dost ülkenin kardeş şehri. Dili dilime yakın, kültürü kültürüme…

Bir Kazak dostumun ifadesi ile, “Bizim gözlerimiz niye çekik bilir misin?” Cevabı yine kendisi verdi:

“Biz uzaktaki Türkiye’ye elimizi siper yaparak baka baka gözlerimiz kısık kaldı” Bu Can’dan sözün üstüne söz mü olur? Vesselam…


Bu yazı Arka Kapak dergisinin 14.sayısında yayınlanmıştır.