Gülnaz Eliaçık Yıldız

Sırlar insanın kamburunu inşa eden tuğlalardır. Bu tuğlalar, büyük şehirlerde daha yavaş duvar örerken küçük yerlerde bir ivedilik hâkimdir. Komşulardan gizlenenler, akrabaların bilmemesi gerekenler, çekirdek aile içinde odadan odaya, kalpten kalbe kaldırılanlar nihayetinde insanın kendine bile söyleyemedikleri şeyler. Fatma Nur Kaptanoğlu’nun üçüncü kitabı Ateşten Atlamak, arka kapak yazısında böyle bir sırrın varlığından bahseder. Okur merakla bu sırrın peşine düştüğündeyse iki uzun öykü ile karşılaşır. Bu sır ilk öykü olan “Ateşten Atlamak”ta daha aşikârken ikinci öyküdeki “Daha Uygun Bir Kader”de gizli saklıdır.

Kitabın ilk yarısını oluşturan “Ateşten Atlamak”ta Sonya ve kendi adını hiç zikretmeyen başkarakterimizle tanışıyoruz. Başkarakterimizin annesiyle denizden taş topladığı bir sahneyle açılıyor öykü. Burada dikkat çeken ilk unsur, taş toplarken annenin kızına dua etmesini söylemesine rağmen kızının içinden şarkı söylemesi. Anne gelenek ve din noktasında hassasiyetlere sahip; ancak bu hassasiyetin kitabî değil de geleneksel bir zeminden beslendiği geçiyor okura.

Taş toplarken elinden on üçüncü taşı düşüren karakterimiz, bir uğursuzlukla mı karşılaşacak acaba diye sormadan edemiyor insan. Öykünün ilerledikçe isimsiz karakterimizin Sonya ile duygusal bir yakınlık kurduğunu görüyoruz. Okurun dikkatini çeken sır, bu yakınlaşmanın katmanlarından biri. Bu sır esasında annenin de bildiği ancak bilmezden geldiği bir konu.

Öykü boyunca başkarakterimizin annesiyle ilişkisi dikkat çekiyor. Küçük yerlerde çocukları iyi okullar okuyan, iyi işlerde çalışan ebeveynlerin övgü tokmağıyla, buldukları ilk kişinin yanında çaldıkları davullardan bahsediyor Kaptanoğlu. Çocuklarını överek belki de kendi gelemedikleri yerlere gelmiş hissi yaşıyordur bu anne babalar kim bilir. Bu tutumdan rahatsız olan ancak elinden bir şey gelmeyen karakterimizin iç sesini de epey yakından işitiyoruz.

Hıdırellez ritüelleri ekseninde şekillenen öykü başkarakterin ateşten atlamasıyla o küçük sırrını ifşaya hazırlandığı hissi veriyor okura. Kim bilir yan komşunun kulağına çalınmıştır bile belki bu sır ve tüm mahalle duyar. Peki, böyle olsa ne olurdu diye soruyor okur, muhtemelen aile yaşadığı o küçük şehirden onları kimsenin tanımadığı başka bir şehre giderdi. Böylece Sonya ile başkarakterimiz belki de birlikte olabilirdi.

“Daha Uygun Bir Kader” adlı ikinci öykünün ana karakterinin ismi bilinse de bu okura kahramanı ilk öykünün isimsiz karakterinden daha çok tanıma fırsatı vermiyor. Abaven ve babası arasında öykü boyunca süren bir gerilim var. Hatta Abaven babasının ölmesini isteyen bir evlat olarak karşımızda. Annesinin babasını neden çektiğine anlam veremeyerek ondan boşanmasını istiyor. Burada coğrafya eksenli bir baba eleştirisi olduğu muhakkak. Çünkü babalar, özellikle taşranın bunaltan havasının baskın olduğu yerlerde tam da Abaven’in babası gibiler. Kaptanoğlu ile yapılan bir söyleşiden öğrendiğime göre Abaven “sığınak, sığınılan yer” anlamına gelen Ermenice bir kelimeymiş. Abaven otuz yaşında ve hâlâ üniversiteyi bitirememiş… Bu durum da babası ile olan gerginliğinin ana sebebi gibi dursa da tipik bir oedipus kompleksi ile karşı karşıya kaldığımızı düşünüyorum. Çünkü annesine karşı daha sahiplenici bir tavır içinde. Ancak burada yine kasabadaki kadınların her şeye rağmen kocalarına katlandıkları ve boşanmak gibi bir fikri akıllarında geçiremedikleri gerçeğiyle de karşılaşıyoruz.

Öykünün dikkat çeken diğer karakteri ise Linda. Abaven’in zamanlı zamansız çalan kilise çanına merakı sonucu tanıştığı, evinde ağırlandığı Linda. İki karakterin ortak noktası ise babaları. Linda’nın babası onu çok küçük yaşta terk etmiştir, yani vardır ama yoktur da aynı zamanda, tıpkı Abaven’in babası gibi.

Abaven kendi güvenli alanından başını en fazla Linda’nın evine kadar çıkarabiliyor.  Yani ateşten atlamaya cesaret edemiyor ve mümkün bir kaderin içine sığınıyor. Bu tutumunda kız kardeşini kaybetmiş olmasının payı da büyük, çünkü insan kardeşini kaybetmişse ve başka bir kardeşe de sahip değilse Abaven gibi, anne babasını bırakıp bir yere gidemez. Her ne kadar öykünün başında şehirden anne babasını ziyarete gelen Abaven ile karşılaşsak da öykünün sonuna geldiğimizde kendi kabuğunu kıramayan bir Abaven bekliyor bizi.

Her iki öyküyü de kendi hayatının iplerini eline almak açısından okuduğumuzda “Ateşten Atlamak”ın başkarakteri bu cesareti naif bir biçimde de olsa gösterirken, Abaven’in kaderine saplanıp kalan bir karakter olduğu hissi yoğun. Çünkü varlığını yokluk çamuruna gömen babaların çocukları hayatta her zaman bir iç sıkıntısının gölgesi olarak gezer. Linda bir gölge, Abaven de öyle. Gölgeler neşet ettikleri asılları her zaman huzursuz ederler. Abaven’in babasının huzursuzluğunun asıl kaynağı budur belki, Linda’nın babasının onu terk ettikten sonra hiç aramaması gibi.

Her iki öyküde de babanın gölgesinin düştüğü yerlerde diş izleri var. Küçük yerlerin bir kaderi olarak babalara dışarıdan susulur ama insanın içi hep konuşur.  O iç bir çetele tutar. Bu çeteledeki diş izlerini hiçbir merhem iyileştirmez. Hatta öyledir ki insan çocukken bu acıyla ağlamayı becerir ama büyüdükçe, kalbimizdeki tüm ısırıklar saklanması gereken birer sırdır, görenlerin bile inkâr ettiği…