Emine Uçak Erdoğan

Exarchia, Atina’nın turistlere pek tavsiye edilmeyen mahallesidir. Gezi bloglarında, seyahat rehberlerinde pek adı geçmez, geçse de “marjinalliği” sıkça vurgulanır, “uzak durulması” gerektiği dillendirilir. 2009 yılından bu yana İstanbul’da yaşayan Vassilis Danellis, Siyah Bira isimli polisiye romanında “Atina’nın karanlık güzelliği” olarak tanımladığı Exarchia civarında geçen, bir öykü anlatır. Siyah Bira’yı polisiye romanlardan ayıran özellik ise kuşkusuz, 2010’daki ekonomik ve siyasi krizle birlikte yaşanan toplumsal dönüşümü, bu dönüşümün mültecilere olan yansımalarını ve onların bu dönüşümdeki ilişkilenme biçimlerini çok içerden bir gözlemle aktarabilmesi. Yazar Siyah Bira’yı İstanbul’a geldikten sonra yazdığını, “mesafe”nin ona farklı bir bakış açısı sunduğunu belirtiyor bir röportajında. Yazdıklarının genelde kimlik, bakış açısı ve çeşitlilikle ilgili olduğunu belirten Danellis, “Yurtdışında yaşamak bu konular üstüne hayli düşünmemi sağladı. Her zaman kenarda, dışarıda kalan kişi olmak –Hem Yunanistan’da hem Türkiye’de– çok faydalı bir deneyim, bunu yazarlık uğraşımda kullanmaya çalışıyorum.” diyor.


Siyah Bira
Vassilis Danellis
Çevirmen: Mustafa Fotumacı
Labirent Yayınları

Çeşitlilik Exarchia için en uygun kelimelerden doğrusu. Çünkü bu bölgede, sokaklarda Yunanlı bulmak neredeyse imkânsız. Ortadoğu ülkeleri başta olmak üzere her bölgeden göçmenler ve mülteciler yaşıyor genellikle bu mahallede. Siyah Bira’da şöyle bir bölüm vardır bu çeşitliliği anlatmak için: “Gerçekten de buralarda bir yürüyüş yabancı dil dersine benziyor. Al buyur işte. O tabelayı okuyabilir misin mesela? Bir de coğrafya dersi. Dükkândan dükkâna girerken kaç ülke bayrağı öğrendim biliyor musun?

“Tarih dersi de” diye dalga geçiyordum. “Kiminle konuşsan evini terk etmesine, gurbete düşmesine neden olan iç savaştan ve garip isimli diktatörlerden söz eder.”

Romanın başka bir bölümünde ise bu çeşitliliğin yemek kültürüne etkileri ise şöyle tasvir ediliyor: “Menandru sokağından geçtiğim sırada acıktığımı fark ettim. Tam da o sırada kendimi güzel bir kızı olan Ermeni’nin mini marketinin dışında buldum, kız beni görür görmez gülümsedi. Lübnanlı mini marketin önündeki baharatlar, hurmalar ve kızın güzel gözleri midemdeki sevimli gurultuyu tahrik eden ilk unsurlardı. Fakat birkaç dakika sonra dayanılmaz bir hal aldı zira Gürcü fırıncının ekmek ve pideleri, bir Mısırlının pastırma vesair çeşnileri, bir garip Polonya salam çeşitleriyle, tepsi dolusu Pakistan ve Hindistan tatlıları midemi harekete geçirdi. Kratinu sokağından dönüp bodrum katındaki Mohammed’in lokantasına girdim. Orada Atina’nın en lezzetli çorbalarını, hem de ucuz fiyata bulabiliyorsun. Tam da ihtiyaç duyduğum şeydi.”

Roman yazıldığı sıralarda Suriye savaşı henüz başlamamıştı, o yüzden Suriyeli mültecilerle ilgili pek anlatım yok. Ancak Exarchia bugünlerde Avrupa’ya gitmek isteyen Suriyeliler için tam bir bekleme odası kıvamında. Ve bölgede birçok kamu binasıyla birlikte eski bir otel de aktivistler tarafından mülteciler için kalınacak yer haline getirilmiş. Bu nedenle de Atina’ya gidince ilk uğramak istediğim yerlerden biri Exarchia oldu. Mahalleden önce hemen yakınındaki Atina Arkeoloji Ulusal Müzesi’ni ziyaret ettim. Ama hem o hem de Atina’nın diğer yüzü başka bir yazının konusu…

Müzenin geniş bahçesi… Hava puslu ama şubattan çok mayıs günleri gibi sıcak. Binanın çatısında heybetli heykeller, bahçede turunç ağaçları… Yeni açmış beyaz çiçekler, yeşil ve mor turunçlar hepsi aynı anda dallardan selamlıyor altlarında oturan üç siyahi genci. Binanın tepesindeki tanrı heykelleri gibi donmuşlar sanki öylece oturuyorlar sessizce. Tanıdık bir ses duyuyorum. Neşeli çocuk seslerinde bir tekerleme… “Bavê min çû eskerê bam bam bam, xuşka min çû dawetê tîlîlî tîlîlî”1 Sanki çocukluğumdan gelen bir ses. Etrafa bakınıyorum kimseyi göremiyorum. Müzeye giren çıkanlar, turunç ağaçlarının altında oturan gençler dışında kimse yok. Herkes kendi akışında, etrafta ne çocuk var ne de tekerleme. Ama işte yine geliyor ses. Yola doğru ilerliyorum, ortadaki çalılıkların yanına yaklaştığımda ses artıyor. Çalılığı geçince görüyorum oradalar işte o puslu günün içinde rengârenk kıyafetleriyle irili ufaklı dört çocuk. Üçü kız biri erkek. Kızların ikisi tişörtlerini bellerine bağlamış, biri terlikli biri çorapsız. Oğlanın kulağında küpeler. Suruç’ta, Nusaybin’de gördüğüm çadır kentlerdeki çocuklar gibi…

“Navê we çi ye?” diye soruyorum. Yüzleri gülümsüyor ama bir o kadar da utanıyorlar. Birbirlerinin arkasına gizleniyorlar kıkırdayarak. Kızların en küçüğü “Navê min Besê ye” diyor. Bir çırpıda diğerlerinin ismini de sayıyor. Nerden geldiniz diye soruyorum. Şengal diyorlar hep bir ağızdan. Sonra yine oynamaya başlıyorlar, el ele tutuşarak bildik başka bir tekerleme…

Onlarla konuştuğumu gören orta yaşlı bir adam yaklaşıp:

“Hûn çiqas maye li bendene?”2 diye soruyor.
Ne dediğini anlamadığım için bir an öylece bakakalıyorum yüzüne.

“Tu Kurdî nizane?” diyor bu kez.
“E zanim”
“Çiqas deme hûn li bende ne, ji bo destûr, ku hûn bikevin Ewropayê3

Şaşkınlıktan soruya soruyla cevap veriyorum.
“Bo destura Ewropayê?”4
“Ere. Ma tu ne bona wî hatî ye?5

O zaman anlıyorum işte. “Na. Ez bona karê xwe hatim.”6 diye kekeliyorum.

Yüzünde büyük bir şaşkınlık ifadesiyle
“Me keseki neditiye, bo karêkî din hatiye Kurdî dizanin”7

Yandaki banka oturuyor, yüzünde gülümsemeyle çocuklarını izliyor. Ben de oturuyorum bankın diğer ucuna. Şengal’den çıkalı bir yıl olmuş. Aylar süren yolculuktan sonra Yunanistan’daki bir kampa gelmişler. Birkaç aydır da kamptan çıkıp Exarchia’daki boş bir binaya taşınmışlar. Almanya’daki büyük oğlunun mültecilik işlemlerini yaptırmasını bekliyorlarmış. “Bizim gibi yüzlerce aile var böyle aylardır bekleyen” diye anlatıyor. Çocuklar geliyor sonra yanımıza. “Em birçî bûne bavo”8 diyorlar.

Bana dönüp, “Were mêvanê me be, em firavînê bixwin”9 diyor babaları ayağa kalktığında. Sesindeki ton, gözlerindeki samimiyet o kadar bildik o kadar tanıdık ki. Hani “coğrafya kaderdir” demiş ya düşünür. Aslında iyilik de kader coğrafyayla insana nakşedilen. Değişmez o mekân değişse de.

“Uçağa yetişmem lazım başka zaman inşallah” deyip ayrılıyorum.

Yukarıda uzunca bahsedildiği üzere, Atina’nın tarihiyle birlikte korunmuş parlak mahallelerden farklı bir yer Exarchia… Sadece mültecilerin değil anarşiştlerin mahallesi olarak da biliniyor. Yazılamasız, grafitisiz, afişsiz bir bina görmek mümkün değil. Müzeden çıkıp merkeze doğru yürürken bir gece önce “polis hariç herkese açık” yapılan partinin izlerini taşıyan Navarinu Parkı’nın içinden geçiyorum. Boş şişeler, yakılan odunlardan geriye kalan kömürler. Ve “herkese açık polis hariç” pankartları… Duvarda mültecilerle ilgili yazılar. Arka sokaktaki duvarda ise tanıdık yüzler: Aleksis ve Berkin… Duvarlardaki grafitiler gibi sokaklardaki yüzler de sesler de çok farklı ve renkli. Bir kavşakta karşıdan karşıya geçerken, Alevilerin yas ritüellerini konuşan iki genç geçip gidiyor yanımdan.

Otobüs durağının arkasındaki parkta Suriyeli bir kadın topladığı ebegümeçlerini tek tek diziyor oturduğu bankta. Yanağına garantilediği cep telefonuyla yanık bir sesle konuşuyor bir yandan da. Karşısındaki bankta iki Pakistanlı genç sandviçlerini yiyor. Ayaklarının dibinde kedi ve güvercinler yan yana, paylarına düşeni bekliyorlar… Şengalli babanın sözleri çınlıyor kulağımda. “Were mêvanê me be, em firavînê bixwin”9 Exarchia’nın sokakları, ıssız otobüs durağı sıla oluyor bir an… 

Dipnotlar__

  1. Babam gitti askere ablam gitti düğüne
  2. Ne kadar zamandır bekliyorsunuz?
  3. Avrupa’ya gitmek için ne kadar zamandır izin bekliyorsun?
  4. Avrupa izni mi?
  5. Evet, sen bunun için gelmedin mi?
  6. Yok, bir iş için geldim
  7. Kürtçe konuşan hiç kimseyi görmedik kendi işi için gelen
  8. Acıktık baba.
  9. Gelin öğle yemeğinde misafirimiz olun.

Arka Kapak dergisi 27. sayı