chess-story-stefan-zweig-illustration

A. Ali Ural

“Kumaşa dokundum ve gerçekten de kumaşın arkasında dikdörtgen bir şey,
bükülebilen ve hafifçe hışırdayan bir şey hissettim: Bir kitap! Bir kitap!”

Hiçlik bataklığı kendisini yutmak üzereyken tutunabileceği sağlam bir kulptu kitap Dr. B. için, neden çarpmasın kalbi! “Bir kitap! Bir kitap!” Nabzının böyle attığını, kulağını göğsüne yaslayanlar söyleyebilir. Shakespeare’in III. Richard’a Bosworth Savaşı’nda attırdığı çığlığın ritmine benziyordu: “Bir at! Bir at! Bir ata karşılık bütün krallığımı verebilirim!” Savaş meydanında atı ölen Kral III. Richard’ın hiçlik karşısındaki sarsılışıydı bu. “Dünyayı yalnızca siyah ile beyaz arasındaki dar yola indirgeyen” bir sarsılış. “Yeni bir oyuna başlarken piyon yerine atı yeğlemesi”ne sebep olan.

Kral Richard’a değil Dr. B.’ye bahşedildi at, bir şiir kitabı çalmayı aklından geçirmenin ödülü olarak. Ne cüretkâr bir düştü, kendisine işkence edenlerin cebinden bir Goethe ya da Homeros kitabı çıkmasını beklemek. Şiir atını beklerken satranç atı çıkageldi lakin. Ne taştandı, ne madenden, ne de tahtadan… Kâğıttan bir atın sırtında kim durabilir!

Dr. B. durdu. Hiçliğine geri dönmek istemiyordu zira. Her sorgulamanın ardından, “Aynı masanın, aynı yatağın, aynı leğenin, aynı duvar kâğıdının olduğu aynı odaya,” gidebilmek için zihninde bir başka yere gitmesi gerekiyordu; yüz elli başka yere. Tam yüz elli oyun vardı bu şiir kitabı umuduyla çaldığı satranç kitabında ve zihnini astapada hâline getirebildiği günden beri bütün dünya altmış dört kareden ibaretti. Altmış beşinci kareye, yani hücresine tahammül edebilmesi bu altmış dört kareyi nasıl kullandığına bağlıydı.

İhtimaller sınırlı olduğunda denizin göle dönüşmesi hatta kuruması işten bile değil. Sonsuzu göstermeyen işaretler eninde sonunda çıkmaz bir sokakta bitiyor. Yüz elli satranç oyunu tek tek epridi hafızada ve Dr. B. hiçliğin koynuna yeniden düşmemek için hayali astapadanın iki tarafına birden geçti. Dr. B., Dr. B.’ye karşı. Otuz iki taş da onun parmaklarını bekliyor. “Aşk gibi satranç için de bir eş gerekli”yse infilakla sonuçlanmak zorundaydı bu düzenek.

Dr. B.’yi düşmanları değil, kendisi köşeye sıkıştırdı. Kendi sesiyle tuzağa düşürdü kendisini. Elinden her nesneyi almışlardı; vakti bilmemesi için saati, yazı yazmaması için kalemi, bileklerini kesmemesi için bıçağı, teselli bulmaması için sigarayı, yaşadığını anlamaması için insan yüzünü ve kelimelerini… Bunların her birini altmış dört karede tek tek yenmişti de kendi sesi karşısında kesilmişti sesi. Bir tarafı siyah, bir tarafı beyazdı Dr. B.’nin; elleriyle bölmüştü kendisini. Hangi elleriyle fakat!
Hastaneye kaldırıldığında teşhisi koyacak tek kişi yine kendisiydi: Satranç zehirlenmesi. Fakat bu teşhisi koyabilmesi için parmaklığı olmayan bir odada gözlerini açması, rüzgârda salınan yeşil ağaçlar görmesi gerekiyordu penceresinden. Beyaz ve pürüzsüz duvarlar parlayacaktı ki dört yanında, hücresinden farklı bir dünyanın da olduğunu anlayabilsin. Hemşire şefkatle yüzüne eğilip gülümseyecekti ki yeryüzünde onu sorgulamayan, işkence yapmayan bir insanın varlığına inanabilsin. “Bana gülümsedi, evet gülümsedi, demek iyilikle gülümseyebilen insanlar vardı hâlâ…” diyordu Dr. B.

İşte bu gülümseme yüzünden sular yükselmiş, karaya oturan gemi taze dalgalarla kıpırdamaya başlamış, kader uçsuz bucaksız sularında birbirinden kıtalarca uzak ve yabancı olan iki adamı; dünya satranç şampiyonu Czentovic’le, dünya satranç mağduru Dr. B’yi karşılaştırmıştı. “Her alanda evrensel bir kültürsüzlük içinde” olan “konuşurken bir cümleyi dilbilgisi yanlışı olmadan kuramayan” Czentovic’in yanına, bir paltonun cebinde kitap olduğunu fark ettiğinde heyecandan dizleri titreyen ve “Dört aydır elime kitap almamıştım. İçinde insanın art arda sıralanmış sözcükler, satırlar, sayfalar ve yapraklar görebileceği, başka, yeni, şaşırtıcı düşünceleri okuyabileceği, tanıyabileceği, beynine alabileceği bir kitabın hayali bile insanı coşturuyordu,” diyen Dr. B.’yi yerleştirmişti ki siyahla beyaz, satranç tahtası dışında fırtınalı bir zeminde bir kere daha hesaplaşsın.

Bu hesaplaşmanın galibinin ancak satranç tahtasının yanındayken “tuhaf ve gülünç görünümünden kurtulabilen” Czentovic olmasından daha doğal ne olabilirdi! Satrançla susuzluğunu gidermeye çalışırken neredeyse boğulan Dr. B. satrançtan başka her şeyin boğduğu rakibi karşısında havlu atmayacaktı da ne yapacaktı. Czentovic “boş bir kayadaki tek bir altın filizi gibi” taşıyordu satranç dehasını o koca gövdesinde. Haklıydı kendinden etkilenmekte. Sınırlı dünyasının içinde sınırsız imkânlar elde ederek, adını bir Satranç Felsefesi kitabı için satacak kadar haklı. Tanrı onu yeryüzüne “Şah!” demesi için göndermişti.

Fakat zafer kupalarını bir bir vitrinine taşısa da “yakınında kültürlü bir insan hissettiğinde kabuğuna çekilecekti” Czentovic. “Kültürsüzlüğünün sınırsız derinliğini” kamufle edebilmesinin başka bir yolu yoktu. Nietzsche’nin “Kalabalık, dibini görmediği her şeyi derin sanır,” sözünden haberdar olmasa da bu sözün mükemmel bir uygulayıcısıydı.

Dr. B.’nin satrancın zehirli sularına yaklaşmaması gerektiğini bile bile Czentovic’in karşısında ezilen Mc Connor’ın kolundan tutarak, heyecanla, “Tanrı aşkına! Sakın ha!” demesini sadece alışkanlığa bağlamak, aysbergi suyun yüzünde kalan kısmından ibaret saymak olurdu belki de. Alışkanlığın çağrısına kulak vermek ya da Mc Connor’ı yenilmekten kurtarmak değildi bu davranışın arkasındaki devinim. Dr. B. alıştırmalarla keskinleştirilmiş kaba zekânın her zaferinde yeni bir delik açıldığını hissediyor olmalıydı gemide. Yoksa “Tanrı aşkına!” sözüyle neden müdahale edilsindi oyuna.

Rakiplerine tahtadan heykellermiş gibi küçümseyerek bakan, taşlarını bir köpeğe yiyecek fırlatır gibi hareket ettiren Czentovic’in duraksadığı andı bu. Mc Connor telaşla elini taştan çekmiş, “cennetten inen meleğin” talimatlarına kulak kesilmişti: “Şimdi veziri alırsanız, fili C1’e sürüp piyonunuzu kırar, siz de atınızı geri çekersiniz. Ama bu arada boştaki piyonunu D7’ye getirip kalenizi tehdit eder ve atınızla şah mat deseniz bile kaybedersiniz ve dokuz on hamle sonra yenilirsiniz. 1922’de Pistyaner Turnuvası’nda Alehin’in Bogolyubov’a karşı oluşturduğu konumun hemen hemen aynısı.”
Dr. B.’nin bütün uyarıları belki de sadece şu sahneyi görmek içindi: “O ana dek hep ayakta oynayan Czentovic, duraksadı, duraksadı ve sonunda ağır ağır oturdu; böylece o âna dek bize tepeden bakan Czentovic, bizimle aynı düzeye inmiş oldu.” Dr. B’nin isyanı hiçlik kuyusuna atılmasınaydı insanın. Yanından bir kervan geçmeyecek kuyuya. Hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapamazdı madem, insanı onuruna kavuşturmak için önce ruhunu kurtarmak gerekiyordu baskıdan. O vakit başını kaldırabilir, “bir tarlaya, bir el arabasına, bir ağaca, bir yıldıza, herhangi bir şeye bakabilirdi.”

Stefan Zweig, göğe baktığında bombardıman uçakları gördü kuşlar yerine. I. Dünya Savaşı’nda askere alınırken eline “İşe yaramaz!” raporu tutuşturuldu. Böyle bir “iş” için “işe yaramaz” oluşundan yüksünmedi Zweig. Savaş Bakanlığı, onu bir süre askeri arşivde çalıştırdıktan sonra azletti. Yıllar sonra tekrar göğe baktığında II. Dünya Savaşı’nın bombardıman uçaklarını gördü bu defa. Bir tarlaya, bir el arabasına, bir ağaca, bir yıldıza, herhangi bir şeye bakamadığı için hiçliğin kuyusuna düştü. Başta kendini dünya vatandaşı saysa da vatansızlığın boğucu bir karanlık, Avrupa’nın korkunç dumanlar çıkaran bir cadı kazanı olduğunu gördü sonunda. “Bitkiler gibi insanlar da uzun süre yaşayamazdı köksüz.” Brezilya’daki kuyusunda yazdı Satranç’ı. Bir veda mektubuydu okuyanları siyah beyaz taşların dizildiği astapadanın kenarına oturtan. Öyle bir veda mektubu ki, kim okusa “maddesi olmayan bir mimari”yle taşların yerli yerine oturduğunu fark ediyor, ne zaman bir taşı hareket ettirecek olsa Dr. B’nin elini hissediyordu kolunda.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 18.sayısında yayınlanmıştır.