Enis Batur

Röportaj: Enis Batur

Tarih: 1990

Pastanenin camına gölgem vurduğunda, koyuluğun üzerinde Attilâ İlhan beliriyor. Önündeki defterde kesik kesik satırlar farkediyorum, demek ki bir şiir üstünde çalışıyor. Hızla bir şerit geçiyor camın içinden: Kordon, Boulevard Saint-Germain, İstiklâl Caddesi, Kavaklıdere, Taksim… Son yıllarda Divan’a geliyor Abbas Yolcu ve bu sabah bir konuğu var.

Sokaktaki Adam benimle yaşıt. Attilâ İlhan’ın hâlâ dehşet verici ölçüde genç durması belki de bundan tedirgin edici. Bir ilk romanın etrafında, ondan yola çıkıp hem ileri hem de geri gidip, güzergâhı yeniden çizmek hedefim. O, gülümsüyor oysa: “Aclan Sayılgan, Rıfat Ilgaz gibi tanıklarım var bereket.” diyor. “Sokaktaki Adam, aslında benim on birinci romanım!” Ankara sohbetlerinden biliyorum, Attilâ İlhan böyledir; arasıra gizli çekmecelerini açmayı, şaşırtmayı sever. Süratli bir kurguyla 1950’li yılların bir muhasebesini çıkartıyor: “Köy Enstitüsü’nün yağıp estiği günler, ben görsel bir anlatım, büyük şehirde sancı çeken birey, kaçış ve intihar arasında bocalayan bir tip ile alternatifi getirince ortalık toz duman içinde kaldı. Benim Hasan’a eleştirel baktığımı anlamak istemeyenler oldu, onu sempatik buldular.”


Sokaktaki Adam
Attila İlhan
İş Bankası Kültür Yayınları

Sağa sola açılıp romanın kenarlarında dolaşıyoruz. Ondaki serüvenci yana, bunun yazdıklarına yansıyışına dokunuyorum: “Ben bir kaçış ikilemi yaşadım uzun yıllar boyunca; oysa her seferinde döndüm ve bir kavga başlattım: Mavi hareketi, II. Yeni’ye karşı çıkış, Yeni Seks… Malraux’nun, Koestler’in belli belirsiz etkileri olmuştur üzerimde, hem yazar olarak, hem de komitacı olarak.” Serüven derken “Hareket”ten yola çıkıyor aslında, romantik eşkıya mantığına hep karşı çıktığını vurguluyor: “Hatırlarsın, Yılmaz Güney’e de o boyutta katılmıyordum. Asilik ayrı iştir, devrimcilik ayrı iş. Osmanlı daha ileri bir üretim biçimine geçmek istiyordu, Dadaloğlu isyân bayrağını çekip “Ferman Padişahın, Dağlar Bizimdir” diyor. Ne yapacaksın dağda yahu?”

Bu dikleniş, ona erkenden yalnızlığı getirmiş, “Hareket”in dışında sürdürmüş kavgasını. Bir an gülümseyip sırtını dayıyor iskemlesine ve “Biliyor musun,” diyor, “Sait (Faik) bana bir kitabını ‘Ben deliyim, sen benden daha delisin’ diye imzalamıştı”. Yalnızlığının onu hangi stratejilere, hangi lojistik davranışlara götürdüğünü açıyor. 1940 dolayında başlamış yazmaya Attilâ İlhan. Neredeyse yarım yüzyılı dolduracak bu yolda. Metodik olduğu için çalışkan sanıldığını söylüyor: “Televizyon izlerim büyük dikkatle, futbol konuşurum dostlarımla, kadın modasını yakından takip ederim, yürürüm, yüzerim.” Evet ama, çalışıyor da.

Nasıl çalışıyor? Şiirlerini, ezelden beri söylemiştir, önce kafasında oluşturuyor, sonra elyazısıyla düşüyor kâğıda. Romanlarını da elyazısıyla kuruyor kâğıtta, “Organik temas şart.” diyor. Senaryolarını doğrudan daktiloyla yazıyor birtek. Romanın önce kaba bir kronolojisini çıkartıyor; muhakkak topografik bir çalışma yapıyor. O an defterini açıp mekân çizimlerini, mobilyaların yerleşim plânlarını gösteriyor. Bunun dışında, romanı yazdıkça ilerliyor denilebilir.

Şaşırtmayı sevdiğini yazmıştım. Bu kez de, ilkgençliğinden beri astronomiye duyduğu derin merakı gündeme getiriyor. İlk rasathane ziyaretinden şimdilerde kafasını kurcalayan Hawking’e uzanırken, temel motivasyonunu da özetliyor bir cümleyle: “Malraux’da rastladığım ‘kozmik bakış’ lâfını ciddiye aldım hep. Dünya küçük, tarihin boyu posu ne olabilir ki?”.

Bu sıçramalı sohbet sırasında, onu şiiri açısından biraz deşmek istiyorum, bir görüşümü öne sürerek: “Siz, Yahya Kemal’in yerini aldınız.” diyorum. Ne yalan, hoşuna gidiyor bu sözlerim. Ses geleneğimize bağlıyor bu durumu: “Benim şiirimde Dîvan sanatları, Türk Musikîsi ve Ezan’ın bir ortalaması bulunabilir. Onun için de ezberliyor insanlar. Bir şiir ezberleniyorsa kalır.” Çekiştiğimiz bir konu bu. Yazı-şiiri pek önemsemiyor Attilâ İlhan. Sanıyorum, bizim “şifahî kültür”den görsel kültüre geçişimizi kriter olarak alıyor. Popüler olmak önemli bir dayanağı. Dergilerde yeni yayımlanan gazellerinin doğurduğu yankıya dikkat çekiyor. Tılsım nerede?

Yazdıklarımın görsel ağırlığının bu yaygınlığı doğuran önemli etkenlerden biri olduğu görüşünde Attilâ İlhan. “Yarın da okunacak mısınız sizce?” diye soruyorum. “50 yıl sonra?” Duraksamıyor neredeyse: “Bak Enis, ben edebiyatın büyük bir geleceği olduğunu düşünmüyorum. İleride kimse Harp ve Sulh’u okumayacak, video kaseti takıp seyredecekler. Benim romanlarım da filme alınacak, ekranda devam edecekler hayatlarına.” Etkinin sürmesi can alıcı önemde onun gözünde. “Bana bugün hangi noktaya vardığımı soracak olsan, şunu söylerim: “Bir taksi şoförü yolda durdurtup romanımı imzalatıyor, Adana’dan orta üç öğrencisi bir kız telefon edip şiirlerimi çok sevdiğini bildiriyor. Bence bir yazarın varmaktan mutluluk duyacağı yer de budur.”

Saat 12.00, Attilâ İlhan’ın yemek saati geliyor. Böyle konularda dakik. Sokaktaki Adam çağının yakası kalkık trençkotunun yerini nefis bir palto almış şimdi. Kaşkol, kasket, çanta; Abbas Yolcu’nun ikonografisi. “Yeryüzünde çok fazla yalnızlığım” Arkasında bir mısra bırakıp kayboluyor. 

Arka Kapak dergisi 30. sayı