Deniz Sayınhan

İlk Sherlock Holmes öyküsü 1887 yılında yayımlandığında, toplum tam da onun gibi bir karaktere ihtiyaç duyuyordu. Zira Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde ses getirmeye başlamış bir kadın hareketi mevcuttu ve Holmes silikleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalan erkekliğe sahip olduğu gücü fazlasıyla teslim ediyordu. Muhteşem zekâsı, devasa bilgi hazinesi, üstün gözlem kabiliyeti ve kusursuz akıl yürütme becerisi ile en zavallı suçlulardan en azılı teröristlere kadar herkesi korkutmayı başaran Holmes, bir erkekte bulunması gereken özelliklerin hepsini abartılı bir biçimde bünyesinde toplamıştı. Tam bir işkolikti ve işine yaramayan hiçbir bilgiyi zihninde tutmazdı, boks ve eskrimde usta sayılırdı, oldukça iyi keman çalardı ve aseksüel denecek kadar cinsellik ve aşka ilgisizdi. En yakın dostu Dr. Watson tarafından politika bilgisine on üzerinden sıfır verilse de Holmes, ulusal meselelerde Britanya adına büyük bir özveriyle çalışmaktan asla geri durmazdı. Kaldı ki gözlem kabiliyeti Sherlock’tan da yüksek olan ağabeyi Mycroft Holmes, Britanya hükümetinin vazgeçilmez bir hizmetkârıydı.

Hâl böyle olunca üstün zekâlı ve yurtsever Sherlock Holmes karakteri, tehdit altındaki ve dağılma riski taşıyan erkeklik rolünü toparlayıp yeniden tahta oturttu ve kısa sürede tüm Avrupa’yı kasıp kavuran bir figür oluverdi. Sinemaya uyarlanmaya başlamasıyla birlikte ikinci sıçramayı yapan Holmes, günümüze dek şöhretini korumayı başardı ve tüm dünyada çok sayıda film ve diziye konu oldu.

Sherlock Jr. (Yön: Buster Keaton, 1924)

Dönemin en büyük komedi yıldızlarından Buster Keaton’ın bu kült filminin Sherlock Holmes ile belki de tek bağlantısı ismidir. Ancak bu küçük bağlantı bile bize bir figür olarak Holmes hakkında çok şey anlatır. Keaton filmde, bir sinema salonunda makinist olarak çalışan ve hayali dedektiflik olan bir genci canlandırır. Fakat delikanlının dedektiflik hevesi iyi sonuç vermez ve sevdiği kızın babası tarafından hırsızlıkla suçlanarak evden kovulur. Bunun üzerinde genç adam teselliyi rüyasında bir sinema filminin içine girerek bulur. Keaton’ın bu başyapıtı, kurmaca ile gerçekliğin ilişkisini ele alırken öte yandan Sherlock Holmes ile dedektiflik imgesinin zihnimizdeki yeri üzerine düşünme fırsatı sunar.

The Hound of the Baskervilles
(Yön: Sidney Lanfield, 1939)

1902 tarihli aynı adlı roman, Nazi Almanyası’ndan Sovyetler Birliği’ne, Hindistan’dan ABD’ye, pek çok ülkede beyazperdeye aktarıldı. Yirmiden fazla uyarlama arasında en çarpıcı olanı ise 1939 tarihli, yönetmenliğini Sidney Lanfield’ın yaptığı ve Sherlock Holmes rolünde Basil Rathbone’u seyrettiğimiz yapımdı.

The Private Life of Sherlock Holmes
(
Yön: Billy Wilder, 1970)

Usta yönetmen ve senarist Billy Wilder’ın Sherlock Holmes’ü beyaz perdeye taşıyan filmi, kuşkusuz kendisinden bekleneceği gibi sıra dışı bir bakış açısı taşır. Wilder, Holmes’ün dehasını Tanrısal bir yerden alıp daha insani bir yere taşırken, onunla pek çok kez alay etmeyi de ihmal etmez. Kaldı ki bu alaylar sayesinde Sherlock, izleyicinin gözünde kusursuz çalışan bir makineden daha fazlası hâline gelir: Yanlışlar yapan, yalnızlık çeken ve kederli bir insan.

They Might Be Giants (Yön: Anthony Harvey, 1971)

Anthony Harvey’in filminde ne gerçek bir Sherlock Holmes vardır ne de Dr. Watson. Eşinin ölümünden sonra akıl sağlığını yitirmiş bir milyoner olan Justin Playfair, kendini Sherlock Holmes sanmaktadır. Kardeşi tarafından bir psikiyatri kliniğine yatırılmak istenen Justin, elbette bunu kesin bir tavırla reddeder, ta ki onunla ilgilenmek isteyen doktorun adının Watson olduğunu duyana dek. Böylece bir araya gelen hayali ikili, kendi gerçekliklerine doğru yolculuk edecekleri bir maceraya dâhil olurlar.

The Seven-Per-Cent Solution
(Yön: Herbert Ross, 1976)

Sherlock Holmes’ün zihnini açmak için esrar ve kokain kullandığı bilinir ve beyin hücrelerini sıradan bir insana göre çok daha yoğun biçimde kullanan böylesi bir deha için bunun ihtiyaç olduğu düşünülür. Holmes gibi kokain bağımlısı olan ve yaşadığı dönemin çok ötesine etki etmeyi başarmış başka bir isim daha vardır: Sigmund Freud. “The Seven-Per-Cent Solution”da, Sherlock Holmes kokain kullanımını abartıp keskin zekâsını kaybetme tehlikesine düşer. Sadık dostu Watson, onun yanılsamalarla dolu bir dünyaya düşmemesi için Holmes’ü Freud ile bir araya getirir.

The Return of Sherlock Holmes
(Yön: 
John Hawkesworth, 1986-1988)

Sherlock Holmes’ün zamanla yaratıcısını bile aşan şöhreti Arthur Conan Doyle’u öylesine yormuştu ki, bir öyküde onu öldürmeye karar verdi. Azılı düşmanı Profesör Moriarty ile giriştiği bir mücadele sonunda Holmes hayatını kaybetse de, halk bu ölüme öylesine büyük tepki gösterdi ki Doyle onu diriltmek zorunda kaldı. Doyle, bu dönemde yayınladığı tarihi romanların başarı kazanamamasından sonra, efsanevi dedektifin geri dönüşünü duyurduğu ve bir dizi yeni maceradan oluşan “The Return of Sherlock Holmes”ü kaleme aldı. Aynı adı taşıyan 11 bölümlük bu mini dizi, kitapta bulunan öyküleri aslına uygun olarak ekrana aktarmaktadır.

Without a Clue (Yön: Thom Eberhardt, 1988)

“Without a Clue”, zekice bir hamleyle Sherlock Holmes’ün anlatısını baş aşağı çevirir ve bu sayede dünyanın en meşhur dedektifinden oldukça parlak bir komedi figürü elde etmeyi başarır. Başrollerini Michael Caine ve Ben Kingsley’nin oynadığı filmde, zorlu davaları müthiş zekâsı ve gözlem becerisiyle çözen aslında Dr. Watson’dır. Holmes ise asıl adı Reginald Kincaid olan ayyaş, zampara, sakar ve yeteneksiz bir aktördür. Watson’ın yarattığı kurgusal bir karakter olan Sherlock Holmes’ün şöhreti öylesine yayılır ki, hak ettiği saygınlığa ulaşamayan Watson ile hiç de hak etmediği bir değer gören Holmes arasında bir çatışma çıkması kaçınılmaz hâle gelir.

Sherlock Holmes (Yön: Guy Ritchie, 2009)

Birleşik Krallık, Lord Blackwood ve tarikatının tehdidi altındadır. Adeta kara büyülerle insanları etki altına almayı başaran Blackwood’a karşı en etkili silah şüphesiz Sherlock Holmes olacaktır, zira Holmes için bilim ve aklın gücünü kanıtlamaktan daha büyük bir motivasyon yoktur. Film boyunca gizemli doğaüstü güçlerle mücadele eden Holmes’ün zihni perdeye olabildiğince açık biçimde yansıtılır, böylece izleyiciler metafiziğe karşı pozitivizmin zaferine en yakından tanık olurlar.

Elementary (Yön: Robert Doherty, 2012- )

2012 yılından bu yana sürmekte olan dizide Sherlock Holmes, günümüz New York’unda yaşamakta, haliyle davaları çözmeye daha modern yöntemlerle devam etmektedir. Dizinin ilgi çekici tarafı ise, Watson’ın ilk kez bir kadın karakter olarak tasarlanmış olması. John yerine Joan adıyla karşımıza çıkan ve Lucy Liu’nun canlandırdığı Watson’ın kadın oluşu ise kafalarda pek çok soru işareti oluşturuyor.

Holmes karakterinin ortaya çıktığı dönemde yükselen kadın hareketinin günümüzde yepyeni ve oldukça güçlü biçimde gündem yaratmış olması başta Hollywood’un dikkatini çekmiş olsa gerek. “Mad Max: Fury Road” (2015) filminin feminist alt metni, serinin devamı olarak çekilen yeni “Star Wars” filmlerinde başkahramanın kadın oluşu vb. hamlelere paralel olarak okunduğunda “Elementary”nin hedefi Sherlock Holmes’ün erkek egemen anlatısını kırmak mı yoksa belli bir popülariteden faydalanmak mı, önümüzde tartışılmayı bekleyen sorular olarak duruyor.

Gnomeo & Juliet: Sherlock Gnomes
(
Yön: John Stevenson, 2018)

Sherlock Holmes, televizyon ve sinemaya uyarlanmaya başladığı günden bu yana pek çok farklı biçime büründü. Kimi zaman bir çocuk olarak, kimi zaman bir Disney animasyonunda fare olarak, kimi zaman ise meşhur çizgi film Tom ve Jerry’de konuk olarak çıktı karşımıza. Önümüzdeki yıl gösterime girmesi planlanan animasyon film “Gnomeo & Juliet: Sherlock Gnomes”da ise bir bahçe cücesi olarak izleyeceğiz onu. 2008 tarihli ilk filmde Romeo ve Juliet’i böyle bir evrene taşıyan yapım, devam filminde bir başka efsanevi karakter olan Sherlock Holmes’ü onlarla birlikte bir maceraya girişmeye davet ediyor. 

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 28.sayısında yayınlanmıştır.