Öykü üzerine titizlikle düşünen ve yazan genç kuşak eleştirmenler arasında Ayşegül Tözeren’in önemli bir yeri var. Edebiyata yaklaşımı, eleştiri yöntemi, mevcut “edebiyat oligarşisi”nin karşısında konumlanan yazınsal tutumu öykü eleştirisinde onu ön plana çıkaran unsurlardan birkaçı. Yeni bir yıla kapı aralarken, “öyküde durum değerlendirmesi”ni bahane edip Ayşegül Tözeren’le hem bu yıla bir bakalım hem de öykücülüğümü konuşalım istedik.

Söyleşi: Volkan Alıcı

2013 yılında yayımlanan öykü kitaplarının ve dergilerdeki öykü sayısının artışı Öykü Yıllığı’nda istatistik bilgisi olarak da verilmiş ve önceki yıllara göre büyük bir artış olduğu gözlemlenmişti. 2014’ün sonuna gelmişken durum farklı olmayacak gibi. Öyküye yönelik yaygın ilginin nedenlerini siz neye bağlıyorsunuz?
Öykü, anlatım olanaklarından dolayı, sosyal değişimlere duyarlı ve dinamik bir edebiyat türü. Belki bundan dolayı öykü için “ele avuca sığmaz” ifadesi kullanılıyor. Dünyanın, yazanın varlık evi olarak kurduğu dile yönelik dayatmalarına, öykü içinden hızlı karşılıklar verilebilmekte. Öykünün dünyayla gerilimli ilişkisi, bu bağlamda, bir gerilla taktiği olan vur-kaça yakın düşünülebilir. Dünyada ve Türkiye’de toplumsal olanın tekrar öncelenmeye başlandığı, toplumsal hareketliliğin arttığı bu dönemde öyküye ilginin artması da şaşırtıcı değil. Yazan, çevresini saran ikincil doğaya sanatı içinden bir cevap üretmek istediğinde öykü onun için kurtarıcı bir tür.

Büyük resme baktığımızda bunları söyleyebilirken, edebiyat ve öykü özelinde sorunuzu ele aldığımda, yazar Sibel Öz’ün ifadesiyle, birtakım deliliklerden söz etmemiz gerekir. Son 20 yıldır yoğunlaşan, “öykü bireyseldir” cümlesiyle başlayıp, öyküde toplumsal olanı, politik olanı dışlamaya yönelen anlayışa da çelme takmaya çalışan deliler var artık. Örneğin, uzun süredir yapılagelen Uluslararası Ankara Öykü Günleri’ne, Dünya Öykü Günü kutlamalarına ara verilmişti. Son iki yıldır, geniş katılımla bu etkinliklerin yapıldığını görüyoruz. Dünya Öykü Günü etkinliklerinden örnek vermek istiyorum: Tek merkezde gerçekleşmiyor, ülkedeki en az 10 kentte, o kentte yaşayan edebiyatçılarla konuk ettikleri edebiyatçıların ortak çabalarıyla gerçekleşiyor. Sizce edebiyatın odakta olduğu bu etkileşim ortamlarında yeni öykülerin tohumları atılmaz mı? Sterilize, tıpta hem mikroplardan arındırılmışlığı ifade eder, hem de kısırlığı. Özellikle doksanlarda karşımıza çıkan pencereleri sımsıkı kapalı yazar tipi, yarattığı steril ortamda, insana dokunmadan, sokağın tozuna bulaşmadan, dışarısını bir araştırıcı gibi izleyerek öykü dünyasını kurmaya çalışmış. Öykü bağlamında düşünürsek, edebiyatın merkezinde olduğu yazar buluşmaları farklı kültürlerin, edebiyat yaklaşımlarının birbirine doğru aktığı yeni durumu yaratıyor son yıllarda. Buluşmaların, etkileşimlerin çıktıları olduğunu da düşünüyorum: Sizin de soruda belirttiğiniz gibi yayınevlerinin öyküye ilgisinin (yayımlanan öykü kitapları), yanı sıra öykü türü üzerine kafa yoranların (kitap eklerinde, bloglarda, edebiyat dergilerinde) artışı. Aslında daha birçok veri var elde… Öykü antolojileri, tematik öykü kitapları, öykü dergileri…

Çok yakın bir tarihte öyküye ilişkin heyecanı çıplak gözle izleme olanağını da yakaladık. 21 Aralık’ta en kısa günü, güneşi en uzun karanlığa en kısa öykülerle uğurlayacağız demiştik ve gündönümü herkesindir diye açık bir çağrı yapmıştık. Farklı anlayışların, farklı perspektiflerin kendilerine nasıl yeni yollar bularak birbirine karıştığını izlemenizi isterdim. Evet, öykü, edebiyatın bir anlamda sokağıdır, yazarlar yaşamın sokaklarını adımladıkça öykü de çoğalacaktır.

Bu konuyla ilgili konuştuğumuz eleştirmenlerin bir kısmı, nicelikteki bu artışın niteliğe yansımadığını söylüyor, diğer eleştirmen ve yazarlar ise tersini iddia ediyordu. Fakat bu meseleyi konuşurken eksik bıraktığımız bir nokta vardı: Nitelikten söz ederken neyi kastediyoruz? Dilsel özellikler mi, tematik yapıda kendini tekrar etme ya da daha derinlikli yapıtlar üretme mi, kurguda yeni arayışlar mı? Öyküdeki niteliği siz nasıl tanımlıyorsunuz?
Bu sorunun cevabını verebilmek için geriye doğru uzun bir bakış atmamız gerekebilir. 90’larda genel olarak içe kapalı, monologlar içeren, politik olanı dışlayan metinler yazılırken, bu metinlerde, yazan, farklı toplumsal katmanlardan karakterlere yer verirken dil kurmakta zorlanıyordu; karakterin yapısıyla uyumsuz monologlar ya da diyaloglar okuyanda inandırıcılık duygusu uyandırmıyordu ve metinler “masa başı” koktuğu yönünde eleştiriliyordu. Bu tür eleştiriler de eleştiriliyor, daha hâkim olan anlayış, edebiyatın bireysel bir uğraş olduğunu, sokağa temas etmeden de insanın tanınabileceği ve yazılabileceğini savunuyordu. 2000’lerde Freud’un ünlü önermesiyle söylersek, bastırılmış olan geri döndü. Yine önermenin belirttiği gibi, bastırıldığı biçimiyle değil. 2005 sonrası dönemde metinlerde mahalle, sokak kültürünü okumaya başladık. Bu kez de sokağı içeren metinlerin birçoğunun halen pencerenin arkasından yazılıyor olduğunu gördük, bu metinler de “-mış gibi” yapmakla eleştirilmeye başlandı. Oysa 90’larda da, şimdi hâkim olan edebiyat anlayışıyla da nitelikli edebiyata ulaşılabilir.

Nitelikli edebiyattan söz edilirken, temanın, biçimin ve konunun birbirinden ayrılabileceğine inanmıyorum. Metnin ruhunu oluşturan bu bileşenlerin okuyanda yarattığı derinlik hissinin önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Yazarlar, odalarında, sokakta, mahpus olanlar hücrede, farklı anlayışlardan beslenerek nitelikli edebiyata ulaşabilirler. Önemli olan kendilerine özgü bir öykü evrenini ve temiz bir dili kurabilmeleri…

Sarnıç dergisi, yazarlar arasında “Türk öykücülüğünün en önemli kitapları” başlıklı bir anket yaptı ve Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan” birinci seçildi; listenin geri kalanında ağırlıkla 1950 kuşağı öykücüleri yer aldı. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye öykücülüğüne hâlâ 1950 kuşağı mı yön veriyor?
Anketler, dergiler için görünürlük ve dikkat çekicilik sağlıyor. Bundan dolayı da sıklıkla sayfalarında anketlere yer veriyorlar. Ancak, benim için anketler bir anlam ifade etmiyor. Araştırmalarda araştırma evreninden örneklem grubu belli bir yöntemle seçilir ve anketler bu örneklem grubuna uygulanır. Edebiyat dergilerindeyse, rastgele seçilen bir örneklem grubuna anket uygulanıyor. Değerlendirme de verilen cevaplar içinde en çok anılan ismin ön plana çıkarılmasından ibaret… Dahası anketler yanıtlanırken, kolaycılığa kaçıldığını düşünüyorum. Edebiyat kamusu tarafından genel kabul görmüş isimler sıralanarak bir biçimde sıra savılmış oluyor. 1950 kuşağı öykücülüğünün edebiyatımızda özel bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ece Ayhan, bu dönem için edebiyatımızda genel olarak bir ayak değiştirmenin olduğunu söyler. 1950 kuşağı günümüze yön veriyor demek yerine 1950 kuşağı ile günümüz öykü anlayışında ortak yanlar olduğunu söylemeyi tercih ediyorum.

1950 kuşağı edebiyatının, II. Dünya Savaşı’nın ardından serpilen bir tür yıkıntı edebiyatı örneği olduğunu söyleyebiliriz. Günümüz şiir ve öyküsünde de, 80’lerin baskı ortamının ve serbest piyasaya tam geçişle birlikte iktisadi aklın hâkimiyetinin artışının, 90’larda Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde yaşanan ağır insan hakları ihlallerinin ardında bir yıkıntı edebiyatının izleri gizli… Ancak 1950 kuşağının tipik özelliklerinin günümüzde aşırılaştığını görüyoruz. Birden fazla kaynağı inceleyerek, günümüzü, “çağrışımsallığın aşırılaştığı, varoluşçuluğun dile yansımalarının varoluş kozmosunun değişimiyle birlikte şizofrenik bir dile evrildiği, dilin adeta delirdiği, içe dönmenin içe katlanmaya dönüştüğü” biçiminde aktarmaya çalışmıştım. Ayrıca 50 dönemi ile özdeş iç ses hâkimiyeti de dikkat çekici. Bunu şöyle açıklayabiliriz: 90’larda çocuk ya da genç olan günümüz kuşağı görsel ve yazılı medya tarafından özel yaşamın ifşasının aşırı bir biçimde teşvik edildiği bir dönemden “kabuksuz bir kaplumbağa” olarak çıktı. Dışsız bir içlikte, iç sesine sarıldığını söyleyebiliriz belki.

Yazarların kısa/küçürek/mikro öykülere ilgisinde bir artış olduğu görülüyor. Konuyla ilgili dergilerde dosyalar yapılıyor, akademik incelemeler yayımlanıyor, seçkiler hazırlanıyor. Fakat yeterince tartışılmayan bir yanı da var: Öykünün bu biçimine yönelik ilginin nedeni ne?
Ben özellikle “mikro öykü” olarak adlandırmayı tercih ediyorum. Çünkü böylelikle “mikro”luk, öykünün nicel yaklaşımlarla tanımlanmasından öte, anlatının niteliğine de işaret etmekte. Ulus Baker içinde bulunduğumuz çağın, “kimliklerin değil sapmaların, makro olguların değil mikro olguların önem kazandığı bir düşünce çerçevesi” oluşturmaya zorlamakta olduğunu belirtiyordu. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaştığı, ulaşımın çok yönlü olarak hızlandığı ve yoğunlaştığı, kentlerde -her ne kadar alışamasam da- alışveriş merkezlerinin bir gezinti alanına dönüştüğü bir çağda yazarın krizinden söz etmemiz gerekir. Edebiyat kuramcısı İhab Hassan kriz durumunu şu ifadelerle anlatıyor: “insani eylemlerin şans ve absürtlük tarafından yönetildiği”, “hiçbir ahlaki davranış normunun bulunmadığı”, “yabancılaşmanın insani yaşamın durumu olduğu”, “insani güdülerin ironi ve çelişki ile nitelendiği”, “insani bilginin sınırlı ve göreli olduğu” bir durum. Aslında İhab Hassan’ın tariflediği krizin semptomlarıyla dünyadaki mikro öykünün kesişim kümesi gayet geniş. Buradan hareketle, mikro öykünün çağın krizine bir uyum çabası olduğu yanılgısına da düşmemek gerek. Öykü, çağın krizini yaratan semptomları taklit ederek, bu semptomların getirdiği anlayışı yapı bozuma uğratmak için ironiden ve şoke edicilikten yararlanarak, yazarı, metnin içinden kendisini çevreleyen dünyaya vur-kaç taktiğiyle saldırıyor.

Türkiye edebiyatında eleştirinin yetersizliği nerdeyse herkesin üzerinde mutabık kaldığı bir yargı. Var olan eleştiri metinlerinde ise yapıtı yalnızca dilsel ve biçimsel özellikleriyle değerlendiren bir yaklaşım hâkim. Öykü açısından bakacak olursak, eleştirinin de eleştirisini yapmak gerekmiyor mu sizce de?
Eleştirinin sorunlarından söz etmeye başlayanların genellikle ilk sözcüğü “yok” oluyor, sonra şu şekilde tartışma kapanıyor: “Bizde eleştiri yok.” Oysa bizde eleştirinin eleştirisi yok. Çünkü eleştirinin kendisini bir eleştiri nesnesi olarak ele alıp incelemekten çekiniyorlar. Çekinenlerin kendi açılarından haklı olduklarını düşünüyorum. Çünkü eleştiri eleştirildiğinde, edebiyatımızı kısırlaştıran biat ilişkileri, oligarşik yapılar da ipin ucuna dolanıp, sökülüverecek. Türkçe edebiyat eleştirisinde “dil eleştirisinin”, yapıt eleştirisinin önüne geçtiği ve dil eleştirisinin anlatım bozukluklarına, yazım yanlışlarına mahkûm bırakıldığı da söylenebilir. Ancak asıl sorun, Türkçe edebiyatta eleştirinin Edward Said’in işaret ettiği gibi “bir direniş biçimi” olarak değil, bir yanıyla sistemin bir dişlisi olarak işlemiş, hatta okuru da yazarı da izleyici, hatta cemaat olarak gören bir otorite şekline dönüşmüş olmasıdır.

Terry Eagleton, ‘Edebiyat Olayı’ adlı kitabında kendi mahkemesini kurup, kendini onaylayan bir edebiyat kanonundan söz eder. Türkiye’deki edebiyat eleştirisi de, biat ilişkilerinden gücünü alan bir edebiyat kanonunu beslemiş, böylelikle geçmişte iyi edebiyat eseri olarak kabul edilen ürünlerin hep benzerleri eleştiri kurumu tarafından onaylanmıştır. Bu durumun birden fazla sonucu olmuştur. Birincisi, edebiyat eleştirisinin itibarı azalmıştır. İkincisi de, edebiyat eleştirisi “muhafazakâr” kalmış, yeni’ye hazırlıksız yakalanmıştır. Bunun acı örneklerinden biri de Oğuz Atay’ın ürünlerinin karşılaştığı tutumdur.

Türkçe edebiyat eleştirisi, üzülerek söylüyorum, dil eleştirisini de başaramamış, içi boşaltılmış bir ifadeye sığınır olmuştur: “dil işçiliği”. Metin, içerdiği dil oyunu kadar değer görmekte ya da işleve bakılmaksızın yapılan dil oyunları bir metni değerli kılabilmektedir. Bu tam da Poetikhars’da Serkan Işın’ın alıntıladığı Marx’ın fetişizm tarifine uymaktadır: “Emek ürünlerine, meta olarak üretildikleri anda yapışıveren ve bu nedenle meta üretiminden ayrılması olanaksız olan şey.” Artık dil oyunları metin için fetiş bir değer taşımaktadır. Türkçe edebiyat eleştirisinin iki çizgi dışı isminden de söz etmek istiyorum. Edebiyat eleştirisindeki multidisipliner anlayışa kapı aralayan Hüseyin Cöntürk ve “eleştirinin eleştirisi”ni meseleleştirebilmiş, erken yitirdiğimiz eleştirmen Bedrettin Cömert. Cömert, güncel edebiyat eleştirisinde bir hastalığın da temelinde “Bügünün yarını var” ilkesine dayanan “kooperatifçilik” olduğunu belirtir. Cömert, edebiyat eleştirisinde “İsyan, Devrim, Özgürlük” diyebilmiştir. Unutmamalı…

Son sorum: Bu yıl içinde yayımlanan öykü kitapları içinde en çok dikkatini çekenler hangileriydi?
2014’te öykücülerin yarattığı başka dünyaları takip etmeye çalıştım. Ahmet Büke’nin “Yüklük”ü üzerine yazmıştım. Büke, bireysel ilişki ağlarını aktarırken, toplumsal olanla arasında ince bir denge kuruyor ve coğrafyamızın belleğini dilince anlatıyor: Kısa, kesik, güçlü cümlelerle. Ercan y Yılmaz’ın “On Üç Sıfır Sıfır” isimli kitabındaki öyküleri okurken, Sait Faik fısıldıyor sandım: “Benim size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle pırıltılı, yanar döner pulları yoktur.” Ercan, işte bu sahici damardan… Melike Uzun ikinci öykü kitabı “Kürar”la toplumsal yaşantıda, aile içinde, iyilik ve kötülük arasında felç olmamızın tarihini yazdı. Emrah Öztürk “Limon Yağmuru”nda yakın bir coğrafyadan yeni dünyalar yaratmış… Onur Çalı’nın kalemi “Geçen Sene Doğanlar”da yaşamdaki inceliklerin farkında, okuyanı başka dünyalara çağırıyor…

Öykü okumayı ertesi seneye, yarınlara bırakanlar için kitap listesi bayağı kabarık…

Solgun Sarı-Tor Hikâyeleri (Sadık Aslan), Yasak Kitap (Deniz Faruk Zeren), Yok (Çağnam Erkmen), Yalnızlık Yengen Olur (Onur Akyıl), Safran Çiçeği (Yelda Karataş), Kalem Kutusu (Caner Fidaner), Neredeyse Ölü Olanın Bavulu (Mehmet Eşli), Kızıl Saçlı Kontes (Adnan Binyazar), Olivya Çıkmazı (Nazlı Karabıyıkoğlu), Kıymık (Aysun Kara), Alışın Buradayız (Belma Fırat), Gölgeler ve Yelkovan (İbrahim Karaoğlu), Masallar, Mektuplar ve Kuşlar (Rahmi Emeç), Aşk’ın Kalplerimizdeki Mutat Yolculuğu (Sibel K. Türker), Emanet Gece (Mehmet Ergün), Yaz Korkuları (Fadime Uslu), Yok Adam (Nilüfer Kuyaş), Yitik Zamanlar Dükkânı (M. Hakkı Yazıcı).

Bir çağrı ile bitireyim: Aslı Erdoğan ve Özcan Karabulut, 2015 yılında öykü kitaplarınızı okumak istiyorum!