Esra Nur Akbulak

Bir zamanlar beden öğretmenliği yapmış baba, çizgili, bol pijamasını çıkarmadan düdüğünü öttürür hiddetle ve söylenir:

“Nazlıydın niçin geldin askere? Haydi kalk! Haydi kalk!”

Yeni bir güne babasının ev ve askerlik arasında kurabileceği tüm bağlantı ihtimallerini düşünerek gözlerini açar anlatıcı yazar. Ve kitabına… Böyle başlar Çocukluğun Soğuk Geceleri.

“Soğuk gece”den uzanılan gün, aydınlık ve iç açıcı değildir; gündüzü gecesinden kopmamıştır. Askeri düzeni sağlamayı hedefleyen bir baba ve karargâhı andıran bu ev, sıcak ve samimi bir karşılama için biçilmiş bir kaftan hiç değildir. İç karartıcı betimlemelerle kapısından girdiğimiz, aşılması güç kurallarla örülü bu ev, bir odasından diğerine geçmeye cesaret etmemize fırsat dahi vermez. Kendimizi hemen sokağa atma isteğimizi işitir anlatıcı yazar. Daha etrafa göz atmaya fırsat bulamadan, kendimizi kurtulmak istenen evden, bir an önce kurtulunmak istenen sokaklara atmış buluruz ve biliriz ki bu ev, bu sokaklar, babayla ve dünyayla yaşanan uyumsuzluğun, çatışmanın, öfke nöbetlerinin, suçlamaların, kaçıp kurtulma isteğinin, kaçmanın ama kurtulamamanın ve hayal kırıklıklarının mekânı olacaktır. Baba-oğul çatışması, Oidipus kompleksi, “babasızlık”; edebiyat dünyasının oğulları için çokça tartışılmış ve edebiyatlarına malzeme olmuşken baba ve kızın neredeyse hiç konuşulmayan hikâyesi, bu mekânda karşılayacaktır bizi.

Nurdan Gürbilek söz eder bu hikâyeden: “Orta sınıf evlerinin ağır ve bunaltıcı havası”ndan, “ideolojik birer aygıt”a dönüşen ve daha yüce bir kamusal düzenin temsilcisi olmak için yanıp tutuşan “baba”dan. Çok da farklı değildir Tezer Özlü’nün müfettiş babası Oğuz Atay’ın taşralılıktan bir ömür kurtulamamış milletvekili babası Cemil Bey’den. Memur evi kasveti, vatansever misafirler, “biçimsiz alaturkalık” ve “azgelişmiş babalar”… Ne zengin ne fakir denebilecek orta sınıf babaların ne taşra ne kent denebilecek semtlerde büyüttüğü, tek dilekleri kimseye karışmadan ortalama bir hayata, eşe ve işe sahip olmalarını istedikleri evlatları; oğulları ve kızları…

Özlü’nün babası da Atay’ın babası gibi tezatlardan müteşekkildir; emirleri ve öğütleriyle evi karargâha dönüştüren bu babanın da ona bol gelen fakat üstünden çıkarmadığı çizgili bir pijaması vardır. İçinde Atatürk köşesi olan, İstiklâl Marşı okunan bu evde babaya dair uyanan ilk imge bu geçirgenliktir; resmi ile gayrı resmi olan, güçlülük ile zayıflık, otoriterlikle gülünçlük bir diğerini peşi sıra izler. Sahip olmak istenilenle içinde bulunulan durum arasında kapanmaz bir mesafe vardır. Pijamalı, düdüklü otoriter bir baba ve her şeyin birliğe kavuşmaktan uzak bir aradalığı… Bu tezat tüm hayatına işlemiştir; sonsuz bir arada kalmışlık, birinden biri olamama… Ülküleri ve idealleri ile bir başkası; yediği, içtiği ve üzerine giydiğiyle bir başkası olma hali.

Bu tezatı besleyen en önemli unsur Gürbilek’in “babalar” üzerine yaptığı tespitte yatmaktadır. Çocukken çocukluğunu yaşayamamıştır ve bu sebeple hep çocuk kalacaktır baba. Evladı tarafından sevgisizce ve hatta yer yer öfkeyle anlatılan bu mekân, bu sokak ve bu ev babanın hayalidir, çocukluğunu tekrar kavramanın ve yaşamanın tek ihtimalidir: “[…] Yolun hemen hemen ortasında, arnavutkaldırımlı genişçe bir yokuş Çarşamba’ya bağlanıyor. Soldan ikinci sokağın sağa dönen çıkmazında evimiz. Çocukluğunda oynadığı bu yangın mahallelerine yerleşmemiz, anlayamayacağımız bir mutluluk veriyor babama.”

Her şey olmak isteyen bir baba: Yangın yerleri üzerine özlediği evini yaptırır; temel kazılırken, kum ve kireç gelirken, tuğlalar örülürken hep işçilerin başındadır. Çocuğa isim koyar gibi apartmana isim verir: “Bu apartmanın adı ‘Çelebi Apartmanı’ olmalı.” Çocuklarıyla kuramadığı o samimi ilişkinin odağını maddi dünyaya çevirir. Ev önemlidir, tüm aidiyeti onun üzerinden kurar. Salt bir mekân olmanın ötesinde, duygusal anlamda yerine getirilmeyen babalığın da telafisini sağlar bir eve bağlanmak. O ev kurulur, o evde Atatürk köşesi inşa edilir ve o ev her şeyiyle gözden sakınılarak sahiplenilir. Akıtan musluk bir günün derdi olur, bahçeye açılan pencereler ise başka bir günün. Gürbilek’in dediği gibi çocukluğunu yaşayamamanın ve bu sebeple hep çocuk kalacak olmanın sıkıntısını yaşar baba. Bu ev, onun hem çocuğu hem çocukluğudur. Onu hem kurar, hem onda geçmişini yaşar. Çocukluğunda yanan mahallesine döner; orada bir evin başına geçmeyi ve çocukluğunu saklamayı başarır. Çocuklarının başına geçemeyişin telafisidir belki de. Onlara emirlerle seslenmek, kurallar ve öğütlerle dünyalarına müdahale etmek ama onları tanımaktan çekinmek… Muhtemelen tanıma çabasına girişilse de kavranamayacak iki çocuk. Biri Tezer biri Demir Özlü olan iki evlat… Bu yüzden birbirini tanımaya yönelik tüm ilgiyi yok edecek kurallarla çerçevelenmiş bir ev, ne kamusal ne özel. Kendi çocukluğu ve kendi için özel bir hüviyeti olan kendine ait bir ev. Ama çocukları için sadece babalarının hayallerinin yaşandığı ve evlatların denetimini kolaylaştıracak kurallarla örülü soğuk gecelerin iç gıcıklayan soğuk ve sevimsiz mekânı. Babaya ulaşamayışın verdiği öfke, öfkenin bir sonuca işaret etmeyişi anlaşıldığında alaysamaya dönüşen bir yorgunluk… Babanın paylaşılmayan evi, kuralları, çocukluğu ve hâlâ koşup annesine kaçtığında onu bulduğu Çelebi Apartmanı:

“Babam 66 yaşına dek annesi Bunni ile yaşıyor. Her zaman annesinin küçük oğlu o. Eve terli geldiğinde, annesi sırtını siliyor. Kuru havlu koyuyor. Üşüttüğü olursa, sırtına tentürdiyotla küçük kareler çiziyor. Ağır üşütürse, sırtına şişe çekiyor. Başından bir kaza geçmişse, onu yatırıp, üzerini çarşafla örtüp, başının üzerine kurşun döküyor.”

Bu şefkatli annenin yanına yakışacak kudretli bir de baba… Kendine bir de kudretli bir baba yaratmak gerek. Cumhuriyetin, otoriter ama sarıp sarmalayan bir babayı ona hatırlatan kuralları… Baba olmanın tüm vecibelerini yerine getiren otoriter ve tutarlı, güçlü ve devrilmez bir baba… O halde o evde babaya ait bir köşe olmalı: Atatürk köşesi. Atatürk’ün altın yaldızlı büstünün karşısında hazırola durulmalı. Özel günlerde çocuklarla birlikte ipek kırmızı saten üzerine iğne oyası ile ay yıldız işlenmiş Türk bayrağının karşısına geçip İstiklâl Marşı okunmalı. Çocuklar da okumalı. Hazırola durmayı, hayırlı vatandaşlar olmayı bilmeliler. Atalarını da bilmeliler; hatta hiç akıllarından çıkarmadan. Çocukça bir sevinç… Harbiye Marşı’ndan ve serhat türkülerinden duyulan gurur, sarıp sarmalanmanın verdiği huzur ve emniyet…

Dipsiz bir kuşak farkının, dipsiz bir anlaşılmazlığın içine doğmuş çocuklar… Evden kopabilmek için büyük çabalar harcayan, dışarıda, yaşamın gürültüsü içinde, ya da başka evlerde, başka insanlarla yaşamanın her zaman çok daha güzel olacağına inanan kardeşler… Babası ve annesi arasında hiçbir sıcaklık ve sevginin olmadığına inanan, bütün küçük burjuvalar gibi, sorumlulukların zorunluluğu ile ortaya çıkan bu soğuk bağlılığa itiraz eden bir kız. Babasının hayallerinin gölgesinde kalmış, babasının çocukluk ve çocuk olma özlemlerine gözlerini açan ve bu yüzden babasız kalmış bir kız. Öfke içinde büyüyen, bir an evvel babasına ait bu sahneden, babasının çocukluğundan, çocuksu marazlarından, kanına işletilen aile bağlarından, kanına işletilen vatan sevgisinden kaçıp kopmak isteyen bir kız: Tezer Özlü. 

Arka Kapak dergisi 24. sayı