Enis Batur

Antonioni’nin Kızıl Çöl’ü çektiği yıllarda kurduğu bir cümle, “atların da tıpkı ağaçlar gibi pek yakında antik birer canlıya dönüşeceği” yollu yargısı üzerimde ürpertici bir etki bırakmıştı. Aradan çeyrek yüzyıl geçti. Bugün, yönetmenin gözleminin büyük bir uzgörüye dayanmadığını, topu topu gidişatın yorumlanışı sayılması gerektiğini daha iyi anlayabiliyorum: İçinde yaşadığımız yüzyıl, âdemoğlunun Doğa’yı en güçlü ve geri dönüşsüz biçimde tahrip etmeyi başardığı çağ olarak anılacak gelecekte. Peki, bu gidişe, gidiş hızımıza bakıp bir gelecekten söz etmemiz akıllı uslu bir tavır mı? Son dönemin bilim kurgu filmlerine dekor olarak seçilen hepten çoraklaşmış yeryüzü de bir uzgörü işareti taşımıyor belki de: Öyle anlaşılıyor ki, olsa olsa yakın bir geleceğin önyargısı ile karşı karşıyayız: Burayı cehenneme çevirmeyi, tek tanrılı dinlerin imgelem haritasında betimlenen cehennemi yerkürede gerçekleştirmeyi de başardık sonunda -onca zaman yerküre cenneti üzerinde umut besledikten sonra üstelik.

Dante’nin cennetinden Acem şairlerinin ya da Zipangu şairlerinin betimlediği cennetsi görümlere kadar uzandığımızda kaçınılmaz bir ölçek olarak bahçeler çıkar karşımıza. İster medeniyet ya da uygarlık sözcüklerini seçelim, ister civilisation’u, İnsan’ın kurduğu her yetkin toplumsal yaşam modelinde bir kaçış bölgesi, bir karşı-kefe seçeneği olarak Bahçe’nin yer aldığını görüyoruz. Antik Çağ’ın Babil asma bahçelerinden Le Corbusier’nin düşü “Işınlı Kent”e dek yorulmamış bir imgedir bu. Yorgun düşen, ne yazık ki gerçekliğidir.

Kültür tarihçileri, her büyük uygarlığın gözde bir bahçe tanımı gerçekleştirdiğini, her büyük uygarlığın sonsuzlukla boy ölçüşen bir incelik içinde bahçe siyasetleri geliştirdiğini göstermişlerdir. Japon, Çin bahçeciliği için de böyledir bu; Hind, Acem, Bizans bahçeciliği için de. Avrupa’nın yakın çağ panoramasını, bugüne dek korunabilmiş İngiliz, İtalyan, İspanyol, Avusturya örneklerinden izlemek güç değildir. Azteklerde, Mayalarda kurulan bahçe saltanatlarına ilişkin elimizde hayli belge vardır. Louis Massignon, Grek ve Arap kültürlerin kesişme alanında, en mutlak geometrinin Eyüp bahçelerinde ortaya çıktığını vurgular.

Bütün bunlar, ölçülmesi de inanılması da olanaksız bir açgözlülükle insanlığın her karış toprağı, Doğa’yı sürgün kılma adına ele geçirmiş olmasını anlamlandırmamıza engel oluyor. Bahçe kültürü neredeyse tedavülden kalkmış durumda. Elde kalan örnekler, tıpkı Antonioni’nin söz ettiği gibi, antik birer kahraman olarak korunma altında –birer müzelik parça. Kentlerimizden bütün bütüne kovuldu bahçeler. Ola ki, evlerimizi donatan plastik çiçeklerin bir uzantısı olarak, yakında kentlerimizde plastik bahçeler üretilecek, diye düşünebiliriz –bizi besleyecek, ayakta tutacak bir düş olmasa gerek.

Kent yaşamının, Ortaçağ’dan başlayarak, bahçeleri organize ve yapay bir biçimde toplumsal düzene kattığını biliyoruz öte yandan. Doğa’nın kısıtlı, düzenli, sentetik bir öge olarak da olsa taştan, betondan gelişmeyi seçen kent oluşumuna katılmasına bir tür çaresizlik içinde katlanmıştı Ortaçağ, Yeniçağ insanı. Sanayi Devrimi alanı iyice daraltmakta gecikmeyecekti. Victor Hugo’nun Sefiller’de betimlediği Paris bahçeleri Proust’un, Colette’in anlatılarında, Rilke’nin şiirinde, izlenimcilerin resimlerinde gitgide elimizden avucumuzdan sıvışan birer gerçeklik, birer vaha olarak yer alır olmuşlardır.

Mustafa Irgat’ın 1990’larda Sanat Dünyamız dergisi için hazırladığı, Türk şiirinden süzdüğü Bahçe konulu, izlekli şiirler de aynı gelişmeyi dile getiriyordu: Hâşim’den, Yahya Kemal’den başlayan; Tarancı, Tanpınar, Oktay Rifat’ta süren bir çizgi çekiyor çağdaş şiirimizde Bahçe; sonra da usul usul cılızlaşan bir su gibi günümüze doğru kayboluyor. Türk resminde, musikisinde de öyle: Ne Doğa, ne Ölüdoğa artık – yalnızca büyük bir duman yükseliyor yapıtlardan.

XX. yüzyıl insanı nasıl Kent’e göç ettiyse, XXI. yüzyıl insanı da Kent’ten göç edeceğe benziyor. Gelişkin ülkelerde çoktan başladığını bildiğimiz bir kaçış, geri çekiliş. Ne ki, ancak gelir düzeyi yüksek insanlara tanınan bir lüks bu: Her azalan şey gibi Doğa da giriş ücreti amansız pahalılıkta bir cennet olacak.

Denizi de, Toprağı da öldüren âdemoğulları için Bahçeli yaşam geçmişe ait bir tören artık.

Bizlere, Bahçe’nin arkeolojisini yapmak kaldı.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 19.sayısında yayınlanmıştır.