Aysu Yıldız

Samuel Beckett’e göre tiyatro, sahnede ne görüyorsanız, onu gösterir, dünyadaki bir mekânın herhangi bir temsilini değil, zira teatral mekân yalnızca bir “sahne”dir ve izleyicinin buna inanması gerekir, o kadar. Beckett’in tiyatrosunda teatral mekân, boşluk ve sınırsızlık metaforu olarak karşımıza çıkar. Bu evrendeki herşey, bir türlü varılamayan bir sonun, sürekli olarak kendisini tekrar eden bir (sona varma) bekleyişi olarak şekillenir; karakterler de bu hali açığa çıkarmak maksadıyla dile müracaat eder. Yine de, bu dil, iletişim işlevini yitirmiş bir dildir; kelimelerin yankılarla yer değiştirdiği bir ses düzeni içinde yer alır. Mekândan, zamandan ve hatta kendi hatıralarından şüphe eden karakterlere, kendi seslerinin çınlaması musallat olmuştur. Buna örnek olarak, Lucky’nin monologu ya da Vladimir’in şu cümlesi “hava tümden bizim çığlıklarımızla dolu” veya oyundaki dış sesler verilebilir.

Beckett’in tiyatrosunda konuşma dili kendisine has anlam aktarma-taşıma işlevini yitirdikçe, oyun içindeki diyologların akışı giderek seyrelir, ta ki konuşma dili, teatral dilin yararına, tamamen ortadan kaybolana kadar. Ayrıca konuşma dilinin giderek parçalanmasına, karakterlerin sahnedeki fiziki bütünlüklerinin ayrışması ve bozulması da eşlik eder. Oyunun karakterleri süreç içinde kendi karakterine özgü konumlarını kaybederek, kişilikten yoksun bir figüre ve nihayetinde, sahne üzerindeki diğer nesneler arasında bir nesneye dönüşürler.

Özellikle Godot’yu Beklerken üzerine çok şey yazılıp çizildi ama, mesela Godot’un kim olduğu sorusu hakkında. Fakat tüm bu yorumları bir kenara bırakırsak, açık ve katî tek bir şey biliyoruz: Estragon ve Vladimir Godot’yu bekliyorlar. Hepsi bu. Bu evrende zaman yok, mekân belirsiz ve karakterlerin hafızası ise oldukça kusurlu. Godot yalnızca Estragon ve Vladimir’in dillerindeki sözcük tekrarındadır. Oyunda mekâna yapılan atıflar da çok belirsizdir. Mekânı tayin eden apaçık bir işaret zamiri kullanılmaksızın ‘ağaçlı bir kır yolundan’ söz edilir, o kadar.

Dolayısıyla Godot’yu Beklerken, teatral mekânı altüst eder. Dahası, Godot’yu bekleyen karakterler, seyircinin kendisini de bu bekleyişin içine yerleştirirler. Sahne ve salon, asla çözüme kavuşmayacak bu bekleyişin ürettiği ortak bir mekânda, bir bakıma birbirleriyle çarpışırlar. Sahnenin mekânı, sahne olmayan bir başka mekânla yer değiştirmiş, yani teatral temsil, yerini hayali olana bırakmıştır. Sahne çoklu bir mekâna ya da “çoğul bir mekâna” dönüşmüş, ki burada okuyucuyu/ aktör/yazar/ izleyici birbirleriyle karşılaşıp durur.

Karakterler dilin dolayımıyla, şekilsiz ve ele gelmez hakiki bir madde gibi hatıralarını “işler”, bu hatıralar sanki Lucky’nin valizindeki kumlar gibidir, ardından da başarısız bir tartışmaya girişirler ve nihayetinde de kurgusal bir hikâye ortaya çıkar. Uyarıp duran ve adeta delip geçen bu görsel ve işitsel diyaloglardan itibaren, seyircinin kendisi Godot’yu yeniden-inşa etmeye doğru sürüklenir. Godot karakteri bizi sahne-dışında kurgusal bir mekâna gönderir. Bu sahne-dışı, konuşma dili boyunca sıklıkla yer alan çarpıcı soruşturmalar, inkârlar ve şüphe (veya askıya alma) noktalarında kendisini açığa çıkartır.

Godot’da konuşma dili, (çağrışımlardan, hatalı seslerden oluşan) bir tür kelime oyunu düzeneği içinde, yalnızca tiyatroya has bir dil haline gelir. Böylece Beckett, ses meselesini sahneye (ve sahneye koymaya) özgü bir nesne olarak problematize eder. Örneğin, oyun içindeki jestler de özerk bir dil gibi, hiçbir kaynağı olmayan, bir yere varmayan ve karakterlerinden vücutlarından bağımsız, kendi başınadır. Zaten Godot’yu Beklerken oyununda, insan vücudu sahneye has bir nesne işlevi görür. Dolayısıyla jestler, bir anlamda söz söylemenin sınırında vuku bulur; oyun boyunca (şapkanın düzeltilmesinin, ayakkabıların ortadan kaldırılmasının veya giyilmesinin imkansızlığında) tekrar eden çıkış mimiği, çıkmanın mümkün olmadığını açığa vurur. Yani, karakterler, sanki bir dekor ve bir nesne gibi, sahnenin boş mekânında kalmaya mahkumdur, dolayısıyla da tam orada Godot’yu beklemeye de. Bu jestlerin pasif ya da etkin mimetizmi, tıpkı diğer nesneler gibi (valiz, şapka vs.) izleyiciyi sahne-dışına doğru itip durur.

Neticede, bu tiyatro sahnesindeki her bir nesne, Godot’yu beklerken, “tersine dönebilen-dönen/döndürülmüş bir evrene” aittir. Beckett, tiyatroyu “sıfır noktası”na kadar götürmüş, sahneleme tekniğinde devrim yapmış bir yazardır.

Yazara babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.