A. Ali Ural

Yılın en uzun gecesi Bastiani Kalesi’nde geçirilen gecedir; çünkü güneşi alışkanlıkların oklarıyla yaralanmış, sürüne sürüne yaklaşmaktadır menziline. Güneşsen doğmaya mecbursun fakat gecikebilirsin yaralandığında. Geç kağıdı getirmen gerekmiyor, herkes sana bakarak anlıyor çünkü geciktiğini. Getirdiğin altından taşlardır kaleyi som güneş kesen. Bu kayalarla yükseltilmiş duvarlara kim dayarsa sırtını çölün ortasında kımıldayan gölgeler görecektir; çöle serinlik vermeyen gölgeler.

Kendi kalesini inşa ederken insan, kimliğini kaybedebilir. Yüklendiği taş hafiflemeye başlar duvarı bir karış daha yükseltmenin hazzıyla. Fakat kale bitmeyegörsün, değişir her şey. İçi boş intibaı veren tabiatın bu doğal tuğlaları, dekorun bir parçası olmaktan çıkıp birden ağırlaşırlar. Ayağının ucuyla devirebileceğini sandığı duvarlardan koyu bir gölge kopar o vakit, omuzlarını aşağı çeken. Alışkanlığın taşları ayağın ucuyla itildiğinde devrilmez. “Bir yerde, ardımızdan bir ağır kapı kapatırlar, yıldırım gibi hızla kapatıp sıkı sıkı kilitlerler; dönmemize zaman bırakmadan.”

Giovanni Drogo, bir eylül sabahı evinden çıktığında güneş kaleye ulaşmamıştı henüz. “Evdekilere, daha gün ışımadan kendisini uyandırmalarını tembih etmişti” çünkü. “Üniformasını ilk kez o sabah giydi. Giyinince bir gaz lambasının ışığında, aynada kendine baktı, ama umduğu sevinci duyamadı.” Çünkü başarılardan doğan sevinçler bir ilk yansıma olmayı dahi başaramıyor, ışığını dünyaya gönderememiş bir yıldız gibi karanlıkta bırakıyorlardı aynayı. Beklemenin dışında her şeyin alevi titrekti ve en küçük bir rüzgardan deliler gibi korkuyordu.


Tatar Çölü
Dino Buzzati
Çevirmen: Hülya Tufan
İletişim Yayınevi

Bastiani Kalesi’ne vardığında “alışılmış yaşamından sonsuz derecede uzak, hiçbir zaman içine karışabileceğini düşünmediği o bilinmedik evrenlerden biri”yle kuşatıldığını görüp derin bir yalnızlık hissetti Drogo. Tuzağa düşmüş bir hayvan gibi sıçrayıp kaçmak istedi oradan. Fakat nasıl alıştıysa karanlığa, parıltılı gözleri öyle alıştı çok geçmeden taştan kafesine. İlk gece duyduğu ve kendisini uyutmayan su damlalarının sesini daha sonraki geceler duymayacak, yıllar sonra kaleden ayrılmaya karar verdiğinde işitecekti sarnıçtan gelen sesleri yeniden.

Ayrılmaya karar vermek yetmiyordu ayrılabilmek için. Dört ay sonra terk edecekti kalesini Drogo, tutunmasaydı “beklemek” sarmaşığına. Bu sarmaşık tarafından çepeçevre sarılıp kıpırdayamaz hale geleceğini bilse tutunmaktan vazgeçer miydi? Hem kaleye gelirken yolda karşılaştığı Yüzbaşı Ortiz’in elini sıktığında hissettiği neydi? “Onun elini sıkarken, Drogo’ya, sonunda kalenin dünyasına girmiş gibi geldi. Bu ilk bağlantıydı, artık her türden, sayısız başkaları gelecek, onu sarıp bağlayacaktı.”

Beklemek için nedeni olsun yeter ki insanın, ölene kadar bekler. – Öldükten sonraki bekleyişini saymıyoruz tabii.- Dürbünün ucunda belirsizliğin kıvılcımları yanıp sönerken, Drogo’da merak yangını çıkmış, hayatının diğer alanlarını çöle çevirmişti tek vaha bırakmadan. Belirsizliğin beslediği bu yangın sönmeden kaleyi terk etmesi mümkün değildi Drogo’nun. Çölün içinde bir kaybolup bir görünen karaltının hayatının anlamına hükmedeceğini nereden bilebilirdi ki!

Hem yalnız kendisi miydi bekleyen! Dostu Augustina’yı karlar yutmamış mıydı beklerken! Bekleyenlerden Lazzari, parolayı söyleyemediği gerekçesiyle arkadaşı Martelli – ki o da kaleyi bekliyordu nöbetçi olarak – tarafından vurulmamış mıydı? Fakat yine de beklemenin bedeli beklememenin bedelinden daha ağır olamazdı. Bütün tabiat beklerken insan bu bekleyişten alıkoyamazdı kendini. Ah Drogo! İnsansın madem bekleyerek susuzluğunu giderebilirsin ancak. Evine döndüğünde, yokluğunda çok da hatırlanmadığını görmedin mi! Şimdi tercih et: Ev mi kale mi?

Düşman da olsa gelen, ömrünü anlamlandıracak bir bekleyişe ihtiyacı vardı insanın. Dino Buzzati, Tatar Çölü romanında Drogo’yu Bastiani Kalesi’nin bekleyenleri arasına sokarak insanın anlam arayışına yeni bir örnek veriyordu edebiyat vadisinde. Kendisiyle aynı yıl doğan Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken oyunundan ne kadar etkilendiğini kim bilebilir! Bildiğimiz, oyunun kahramanları Estragon ve Vladimir’in hayatlarını varlığından dahi emin olmadıkları Godot isminde bir kişiyi beklemekle geçirdikleridir. Her sahnenin sonunda birisi gelmekte ve Godot’nun gelişinin ertelendiğini duyurmaktadır. Geleceğinden şüphelenseler de artık geri dönemez, vazgeçmezler beklemekten. Aynı cümleleri kurmaktan yorulmaz, şu diyaloğu yinelerler:

Estragon: Hadi gidelim!

Vladimir: Yapamayız.

Estragon: Neden?

Vladimir: Godot’yu bekliyoruz.

Estragon: Ah, evet.

Drogo’nun beklediği Godot değil “Tatarlar”dır. Bir sınır kalesi olan Bastiani ve ona bağlı olarak hayatları ancak bu muhayyel düşmanla savaştıklarında anlam kazanacaktır. Onların gelişinden önce kaleyi terk etmek bir ömrün heba olması anlamına gelmektedir ki bunu kaledeki kimse göze alamaz. Düşmanın değil düşmansızlığın tükettiği adamlardır onlar.

“Düşmanı beklemek” düşüncesi Buzzati’den çok önce şiir formunda köpürmüştür edebiyat sahillerinde. Kavafis’in “Barbarları Beklerken” şiirini Buzzati doğmadan iki sene önce yazdığını dikkate alırsak “Tatar Çölü”nün ilham kaynağını bulmakta zorlanmayız. Yunanlı şair Roma’yı işaret etmekte, sorunlarını çözemeyen bir toplumun umutlarını bir düşmanın varlığına ve saldırma ihtimaline bağladıklarını sezdirmekte, hayır açıkça söylemektedir: “Neyi bekliyoruz böyle toplanmış pazar yerine?/ Bugün barbarlar geliyormuş buraya,” diye başlayan şiir, barbarların gelme ihtimaline dayalı resimler gösterdikten sonra şöyle biter: “Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi./ve sınır boyundan dönen habercilere göre,/ barbarlar diye kimseler yokmuş artık./ Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?/Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.”

Barbarlar gelmese de Tatarlar gelmişti; Buzzati’nin tercihi. Hayır, Drogo’nun hayatının anlam kazanması için yapılan bir yazar hamlesi değildi bu. Buzzati okurunu bir kez daha tokatlamak için Tatarlar Bastiani’ye gelirken Drogo’yu kaleden kovduruyordu. Yalnız sağlığını değil onunla beraber kahraman olma hakkını da kaybeden Drogo, ayak bağından başka neydi arkadaşları için. Hele de kahramanlığın bölüşülemediği bir zamanda.

Bütün direnmelerine rağmen hayatını adadığı taş kafesten salındığında öldü aslında Drogo, sonraki ölümü ne ki! Kafesten uçmadı o atıldı, sonraki ölümü ne ki! Her şeyin bittiği yerde hâlâ bitmeyen bir şeylerin varlığına inanmak istedi yine de: “ İçinde son bir umudun doğduğunu sezdi. Dünyada yapayalnız ve hasta olan o, her şeyi geride bırakmış olan, utangaç ve çaresiz olan o, belki de her şeyin bitmemiş olduğunu düşünme yürekliliği gösteriyordu; evet, belki de gerçekten son olanağını eline geçirdiği, yaşamda bütün çektiklerini ödeyecek olan o son savaş olanağını eline geçirdiği için.”

“Fakat kimse onu görmüyor. Kimse ona aferin demeyecek.” Başkasının bilmediği bir zaferden Drogo’ya ne! Alkışlanmadan da ayağa kalkabilir insan. Pencereden dışarıya son kez bakabilir. Gökyüzünün yıldızlı bir parçasını buluşturabilir soluk gözleriyle. Hiç kimsenin görmemesine rağmen gülümseyebilir. Bir zafer tacından daha parıltılı olabilir pekâlâ bu gülümseme. 

Arka Kapak dergisi 28. sayı