Meriç Şenyüz

Arka arkaya çektiği ve “Salta Üçlemesi” olarak anılan La Cienaga (Bataklık, 2001), La Nina Santa (Kutsal Kız, 2004) ve La Mujer Sin Cabeza (Başsız Kadın, 2008) filmleriyle uluslararası festivallerde büyük ses getiren ve sadece yükselişte olan Arjantin sinemasının öne çıkan bir temsilcisi olarak değil, yıllardır Mesih gibi beklenen “auteur kadın yönetmen” koltuğunun en güçlü adayı olarak da parlayan Lucrecia Martel’in son filmi Zama (2017) geçen ay nihayet Türkiye’de de gösterime girdi. Martel’in filmografisinde bu kadar geniş bir ara olmasının iki sebebi var: İlki Martel’in daha önce giriştiği bilim-kurgu projesinden bir noktada vazgeçmesi, ikincisiyse Zama’nın hazırlık sürecinde Antonio Di Benedetto’nun Arjantin edebiyatının zirvelerinden biri olarak kabul edilen 1956 tarihli aynı adlı romanını peliküle aktarmanın hayli güç oluşu. Neyse ki Martel’in romanla mücadelesinin akıbeti, neredeyse umutsuz bir çabayla Don Kişot’u perdeye taşımaya girişen ve 17 yıllık yolculuğu La Mancha’da Kaybolmak adlı bir belgesele de konu olan Terry Gilliam’ınkine benzemedi de filmi senelerce beklemeden görebildik.

Bir romanı filme aktarmak her zaman güç bir iş, ama La Manchalı Yaratıcı Asilzade Don Quixote gibi çok oylumlu ve katmanlı romanlar söz konusu olunca bu güçlüğün birkaç kat arttığını söyleyebiliriz. Türkçeye çevrilmediği için okuma şansı bulamamakla birlikte hakkında yazılanlar ve filmden edindiğimiz izlenime göre, Zama da böylesi bir roman. Geçerken bir de iyi haber verelim; Alakarga Yayınları Benedetto’nun eserini çok yakın bir zamanda dilimize kazandıracak.

18. yüzyılda geçen hikâyede, Latin Amerika’nın erken dönem kolonilerinden birinde (bugünkü Paraguay sınırlarında) ilk yerleşimcilerin çocuklarından biri olarak doğan ve orada bir taşra mülki amiri olarak çalışan Don Diego de Zama’nın öyküsü anlatılıyor. Zama, terfi ve tayini için kendi amirinin Kral’a bir mektup yazmasını bekler. Bu mektubun yazılması için türlü çeşit taviz ve beklemeye katlandıktan sonra Kral’ın gönderilen ilk mektubu asla okumadığı ve ikinci mektubun yazılması için de üç dört yıl daha beklenmesi gerektiğini öğrenir. Bitmek bilmeyen bekleme sürecinde Zama, kim olduğunu sorgulamaya başlar, giderek her şeyini kaybeder, dağılır, parçalanır.

Zama’daki mektup tıpkı David Fincher’ın Zodiac’ındaki (2007) katil gibi odak noktası olmaktan çıkar, neredeyse Hitchcockien bir “MacGuffin” derecesine indirgenir. Filmlerin odak noktası arayış ya da bekleyişin kendisi haline gelir. Bir noktada bu filmler, aranan ve beklenenin saçmalığı fikrinin ötesine de uzanarak hayata sahip olmadığı anlamlar yüklemenin beyhudeliğine dair birer ağıt özelliğini kazanır ve en nihayetinde varoluşun kaçınılmaz anlamsızlığının hüzünlü birer belgesi haline gelir.

Yalnız, Zama’nın, bu noktada Zodiac’tan bariz bir (üstünlüğü diyemesek bile) farkı var. Martel, yaratmak istediği etkiyi salt olay örgüsüne yükleme yolunu seçmiyor. Uyarladığı romanın lafzından ziyade poetikasının peşine düşüyor. İlk üç filmiyle imzası haline gelen özgün biçemini bu poetikanın hizmetine veriyor. Önceki filmlerinden de aşina olduğumuz; beden parçalarını dahi bölen parçalanmış kadrajları, ses tasarımını mizansenin yapısını bozan bir unsur olarak kullanımı, zamanı bir yandan genleştirip bir yandan sürpriz sıçramalara uğratan kurgusuyla sözü hikâyesinde değil yapısında saklı bir film ortaya çıkarmayı başarıyor. Haksızlık etmeyelim, Zodiac da hikâyeye hasredilmiş bir sinemadan ziyade tam bir atmosfer ve ruh hali filmi. Her iki filmde de arayış ya da beklemek anlamını yitirirken filmin baş karakterlerinin kişiliği ve psişesi dağılıyor. Ancak Martel, önünde sonunda ana akım sinemanın içinde kalmak zorunda olan Fincher’dan bir adım daha öteye giderek bu parçalanma hikâyesini sinemasını parçalayarak anlatmaya cüret ediyor.

Martel’in sözünü olay örgüsüne yedirmekle tatmin olmayan, filmlerinin estetik bütünlüğünü bu sözün kendisi haline getirmeye çabalayan yönetmenlerden biri olduğunu önceden de biliyoruz, ama bu kez bu çabanın en rafine, ancak seyir zevki açısından en az öncekiler kadar zorlayıcı örneklerinden birini yarattığını belirtmek gerekir. Martel, kahramanının kayboluş öyküsünü onun damarlarına nüfuz ederek vermeye kalkışıyor. Edebiyatın olanakları açısından çok daha elverişli ama sinema açısından epeyce meşakkatli olabilecek bu işe, filminin seyrini zorlaştırmak pahasına girişiyor.

Üstelik bu defa daha önce bize sergilediği numaralarına yenilerini de ekliyor. Bu filmde Martel’in özgün sineması, karakteristik niteliklerini hiç kaybetmeden psikolojik derinliklerin yanı sıra sosyolojik unsurları da daha güçlü olarak kendine katıyor. Örneğin, önceki filmlerinde sıkışmışlığı daralan mekânlarda giderek sınırlanan kadrajlarla veren yönetmen, bu kez uçsuz bucaksız manzaraların geniş planlarında aynı sıkışmışlık hissini yaratmayı becererek bu ögeleri özgün estetiğinin organik parçası haline dönüştürüyor.

Bu sosyolojik katmanda Latin Amerika’nın erken dönem Avrupalı yerleşimcileriyle henüz bir ölçüde direnmeye devam eden yerlileri arasındaki gerilim var. Ancak bu gerilimi yeknesak bir kolonyalizm eleştirisi gibi algılamak büyük haksızlık olur. Martel, barbar-medeni karşıtlığını epeyce olgun bir kavrayışla perdeye yansıtıyor. Avrupalı yerleşimcilerin yerlileri insan olarak görmeyen yaklaşımları, onlara sistematik eziyetleri elbette ayan beyan ortada, ama film bunun teşhiriyle sınırlı bir yapı inşa etmiyor. Don Diego de Zama gibi kafası son derece karışık bir karakter, tabloya açık bir şekilde İspanyol sömürgecilerin “medeni” gözünden, ama onun yanında ya da karşısında olmadan bakmayı mümkün kılıyor. Taraflardan birine vicdani bir üstünlük ya da zaaf atfetmeksizin böyle bir bakış; barbarın medeni karşısındaki insani üstünlüğünü de ajitasyona düşmeksizin göstermeyi mümkün kılıyor.

Avrupa’dan kopup gelen ve anayurtlarındaki bol peruklu, pudralı, şaşaalı yaşantılarını Latin Amerika’nın yabanıl, tekinsiz coğrafyasında, iptidai şartlarda yaşatmaya çalışan İspanyolların bu beyhude çabası da âdeta bir fars gibi resmediliyor. Ne var ki, Zama, mizahın ancak karasına kapı aralayan bir film, zira en absürt ve komiğe varan sahnelerinde bile Don Diego de Zama’nın ruhundaki kesiklerden malul hüzünlü yüzü, mizansenin rayihasına bir tutam acı katıyor. Bu noktada bir büyük alkışı da usta aktör Daniel Giménez Cacho’nun performansı hak ediyor hiç kuşkusuz.

Benedetto, kendi döneminde en çok “Yeni Roman”ın babası olarak kabul edilen Alain Robbe-Grillet’ye benzetilmiş. Robbe-Grillet’nin “Fransız Yeni Dalgası”ndaki etkisi malum. Yazarın yeniyi denemekten hiç korkmamış bir yönetmen olan Alain Resnais’yle beraberliği de L’année Dernière à Marienbad (Geçen Yıl Marienbad’da, 1961) gibi sinemanın biçimsel sınırlarını yeniden tarif eden yapıtlardan birine vesile olmuştu. Martel de tam olarak Resnais kumaşından cesur bir yönetmen, dolayısıyla onun Benedetto’nun eseriyle buluşmasının da alışıldığın sınırlarını esneten bir film üretmesine şaşmamalı…

Zama her sinemasevere gözü kapalı önerilebilecek bir film değil. Seyircisinden bölünmemiş bir dikkat, sürekli aktif ve sorgulayan bir zihin ve epeyce de sabır bekleyen bir film bu. Çok güçlü özelliklerine ve uluslararası eleştirmen camiası tarafından yere göğe konulamamasına karşın, her başyapıtın sahip olduğu tarifi zor, sarsıcı etkiden uzak olduğunu da açık yüreklilikle ortaya koymak gerekir. Nihayetinde karşımızda biçim deneyciliğiyle takdire şayan, yarattığı atmosfer açısından yetkin, temaları da epeyce gelişkin bir film var. Sonucun seyir keyfi açısından tatmin edici olacağına dair bir garanti vermek mümkün değil, ama günümüz sinemasının öncü yönetmenlerinden birinin sinemasal anlatımın olanaklarını özgün bir katkıyla genişletme çabasına tanık olacağınız kesin. 

Arka Kapak dergisi 35. sayı