Enis Batur

Kalabalık, neredeyse itiş kakışlı bir ortamda, arkamdan seyirtip durdurdu beni: “Sırtından tanıdım aslında, ama emin olamadım, yanılmamışım.” O koşullarda uzun konuşamazdık, iki dakika sürmüş sürmemiştir karşılaşma, yollarımıza döndük. Kafamın içinde büyüdükçe büyüyen, yerinde bir sallanıp bir duran kütle kaldı geriye: Çok iyi tanıdığım o kadını tanıyamadım.

Eve dönüş yolunda zihin makaralarımı tek tek geri sarmaya çalıştım, gece boyu kesintili biçimde sürdürdüm arayışımı; yattım, uykumdan ya da uyanışımdan çıkagelsin diye umdum, olmadı. Yüzünü iç ekranımdan koruma çabası veriyorum, bir süre daha geçince silineceğini biliyorum, silinmezden önce doğru makaradan onu bulup çıkarma isteğim henüz hafiflemedi, bir zaman daha, yenik düştüğümü kabulleneceğim kesin. Öte yandan, kimilerini pençesine alabilecek kuruntulardan, “yaş durumu”na bağlanacak bellek zayıflaması emarelerine ilişkin kaygılardan azadeyim: Yarın olmaz diyemem, kim diyebilir, bugün yaşamıyorum o tür sıkıntılar; çevremdekiler, yaşıtlarım yakınıyorlar bu düzlemdeki sorunlarından ve benim durumumdan imrenerek, övgüyle söz ediyorlar.

Ama işte, çok iyi tanıdığım o kadını tanıyamadım. Buna gerçekte “çıkaramamak” fiili yakışıyor. Nereden? Ait olduğu yaşam kesitinden, zaman-mekân bireşiminden, belleğimdeki makarasından. Durum, beni bunca meşgul ediyorsa, tanıyamadığım kadını çok iyi tanıdığımı bildiğim için; yoksa sokakta rastlayıp “çıkaramadığım” insanlar her vakit olmuştur, gelgelelim öylesine tanışmış olduğum kişilerdir onlar, hiçbirini tanıdığımı söyleyemem, tanışmak başka şey.

On sekiz saat sonra çıkarıyor, buluyorum; kaybolmasından ürktüğüm yüzün hatlarını zorlayarak. “Çok iyi” tanıdığım, biraz abartılı olmuş; “iyi tanıdığım” bile belki fazla ya, ona yakın bir “tanıyor olma” durumu diyebilirim: Yaklaşık kırk yıl önce tanıştığım, uzunca fasılalarla karşılaşıp görüştüğüm, bir zamanlar yakın bir arkadaşımın hayatında ciddi yeri olmuş bir insan; akıllı, güç karakterli, güçlü ve özgür (ve özgün) bir kişilik. Anımsar anımsamaz, teşhis sorununu pekiştiren bir değişiklik söz konusu olmuş görmeyeli beri, fizyonomisinde. Saç tarzındaki köklü üslup değişimi: Angela Davisvari “afro”dan Patti Smithvari serbestliğe geçiş… Her şey yerli yerine oturunca, rahatlıyorum.

“Sahi, kimdin sen?” diyemezdim, ayıpların büyüğü olurdu. Tanışıklık derecemiz, “Beni hatırladın mı?” diye sormasını gerektirmezdi, onu hemen tanıyacağımdan haklı olarak şüphesi yoktu. O durum, işimi kolaylaştırdı: Tanıyamadığımı düşünmesinin aklından geçmediğini anlamış, idare etmiştim. Bozuntuya vermediğim için kendime şükrettim sonradan, gelgelelim sonuca kayıtsız kalamadım, on sekiz saat boyunca içimi, içlerimi didikledim. Çıkaramadığım kimliği temsil eden yüzün hissettiğim aşinalığı beni aradaki perdeyi kaldırmaya zorluyordu.

“Bellek makaraları” eğretilemesinin bende uzunca bir geçmişi var. Yaklaşık yirmi yıl olmuş, modern bir televizyon kurumunun kurucu-yöneticisi tanıdığım, yöneticisi olduğum bir kültür kurumu ile ortak projeler geliştirmenin yollarını görüşmek amacıyla beni davet etmiş, kuruluşun farklı bölümlerini gezdirmişti. Hayat böyledir, “hiçbir başarının cezasız kalmadığı” toplumumuzun karar çarkları sonradan ikimizin de görevlerimizden uzaklaştırılmamızı sağlamış, daha da tuhafı, bir süre sonra söz konusu kurumun danışmanı olmuştum! O gün birlikte gezdiğimiz mekânlardan biri “görsel arşiv” bölümüydü, gösterime girmiş olsun olmasın bütün çekimlerin kayıtları tasnif edilerek orada toplanıyordu: “Her kanalın kapsamlı bir hafıza deposu olmalı.” demişti makaralardan birini yerinden çekip gösterirken.

Tilki
Enis Batur
Notos Kitap

Bense, dönüş yolunda, beynimdeki makaraları, arşiv düzenine egemen düzensizliği düşünmeye koyulmuştum. İçeri giren her şey, seferberlik hâlinde işleyen tüm algı merkezlerimizi yürüten beş duyumuz aracılığıyla istifleniyor muydu orada? Kalıcı, geçici, uçucu, ayrı ayrı kategoriler mi söz konusuydu? Sınıflandırma düzleminde farklı yöntemler mi kullanıyorduk, değer saptamalarını ne ölçüde kendimiz saptıyorduk?

Bu soruları daha önce kurmamıştım diyemem, çoğu insan, çeşitli nedenlerle, vesilelerle bellek makaralarının içeriğine, işleyişine, gücüne ya da çelimsizliğine ilişkin soruşturmalar yürütüyordur zihninde, benim de, avara kasnak ya da diklemesine üzerlerinde yoğunlaştığım olmuştu kuşkusuz, ama o sıralar farklı bir düzleme bu bağlamda taşınmak üzere hazırlandığımın belli belirsiz bilincindeydim yanılmıyorsam: Yaşamöykümü yazmaya başlama isteğim harlanıyordu.

Başka hiçbir yazı/n türünde böylesine değildir: Yaşamöyküsel yazının aort damarını “anımsamak” fiili oluşturuyor. Kalem bir şimdiki zamanda harekete geçiyor, oysa konusu baştan uca geçmiş zaman. Zihin etkinliğimiz o fiilin güdümünde: Hem anımsıyor, hem de anımsamaya “çalışıyorsunuz”, dolayısıyla makaralara başvuruyor, ileri geri sardıkça ikinci asal fiil dayatıyor kendisini: “Unutmak.” Bu süreçte genellikle mişli geçmiş kipinde, onun belirsiz hâlinde (“unutmuşum”) devreye giriyor, köprü kuruyorsunuz: Köprüler ayırır ve birleştirir.

Yaşamöyküsü yazısı anımsananlar üzerinden ilerler, yolda karşısına çıkan unutulmuşlar sahalarında oyalanır, orada alt tabakalara inme uğraşı verir, bazen ulaşır aradığına, bazen tıkanır kalır. Söylenegelmiştir: Bir tür arkeoloji çalışmasıdır. Kimse her şeyi anımsayamaz, kimse her şeyi eksiksiz ya da tamı tamına doğru anımsayamaz; kaldı ki kimse büsbütün yasaksız değildir, her yaşamöyküsünün içinden, genişliği kişiden kişiye değişen bir susku damarı geçer, dile getirilmek istenmeyen şeyler kuyusu derindir.

Bir kitabıma adını veren “Tilki” metnimi yazınca, oldukça uzun süredir kısık ateşte tuttuğum bir tasarı, yaşamöykümün bir bölümünü “roman kahramanları” olarak vaftiz ettiğim, hayatımın farklı dönemlerinde rastladığım, bende iz bırakmış, kimisi geçip gitmiş, kimisi az çok kalıcı olmuş insanlara odaklanarak kurma fikri yeniden su yüzüne çıktı. Portre denemelerimle kıyasladığımda, niyetimin daha öznel, ele alacağım kişiyle ilişkimi merkeze oturtacak metinleri hedeflediğimi söyleyebilirim; Tilki dolayısıyla, yaklaşımı modelleştirebilmiş bir örnek oldu.

Gerçeğe, gerçekliğe teğet bir sokulma biçimi. Bakışımlı olarak düşe, düşsülüğe yatkın bir gölgede çatarak şüphesiz. İkisi arasında bir salınış hareketi. En eski Türkçe metinlerde, Yunus Emre Dîvanı’nda, Dede Korkut kitabında ya da Garipname’de düş (tüş) sözcüğü “rasgeliş” anlamını taşır. “Sahi, sen kimdin?” rastlaşması, kimliğini çıkarmakta zorlanmış olsam bile, tamı tamına kırk yıl öncesinde gerçekleşmiş ilk rastlaşma ile bu sonuncusu arasına dağılmış noktaları bir aşama sonra peş peşe dizdi zihnimde: Toplamış onları belleğim, masaya oturup kalemi elime alsam uzun bir kılcal.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 32.sayısında yayınlanmıştır.