Mehmed Ali Çalışkan

Biz mi dünyanın içindeyiz, dünya mı bizim içimizde? Sadece bu soruya verilecek iki ayrı cevapla, tüm felsefe tarihini realizm ve idealizm olarak iki ana damara ayırabiliriz. Ama siz de benim gibi, ana yolları değil de ara yolları seviyorsanız, bu sorunun daha karmaşık cevapları kovalayabiliriz.

Köninsberg’li Kant’ın ömrü evi, üniversitesi ve ikisi arasındaki yolda geçti, dünyaya ilişkin tüm harici tecrübesini bu küçük şehirde edindi ama Newton’un bilimde yaptığı devrimi felsefede gerçekleştirdi ve modern felsefenin temellerini inşa etti. En büyük devrimi, klasik anlamda nesne ve bilgi arasındaki keskin ayrımı kaldırmasıydı, böylelikle nesnenin bilgiden ayrı değil bilginin bir parçası olduğunu belirledi. Şöyle ki; dış dünyada bilgisini edindiğimiz her şey bizde sadece bilgisi itibariyle değil aynı zamanda varlığı itibariyle de mevcuttur. Yani, elimizde tuttuğumuz bir elmayı tecrübe ederken, zihnimiz sadece elmanın bilgisinin değil aynı zamanda varlığının da sorumlusudur. Tüm tecrübe zihnimizle mümkün olmaktadır.

Çünkü Kant’a göre, mekân ve zaman dış dünyada değil saf sezgi olarak insanda, ve şeyler bu saf sezginin üzerinde zihnimizin kategorileri ve kategorilerin ürettiği kavramlar aracılığıyla var oluyorlar. Ama bu Kant’ın her şeyin bir hayal ürünü olduğunu iddia etmesi anlamına da gelmiyor, çünkü dış dünya bilinmez bir tekillik, kendindelik olarak var, ancak onu bildiğimiz anlamda bir dış dünya olarak tasarlayan şey zaman-mekân ve kategoriler ile bizim zihnimiz.

Dolayısıyla ilk soruya geri dönecek olursak Kant’ın zihin tasarımına göre mekân bizim içimizde, ama kendi şeyliğimizi de dış dünyaya giydirdiğimiz mekânın içinde tasarlayabiliyoruz. Özetle kafamızın içindeki beyin denen makina önce mekân denen bir tasarım yapıyor ve sonra kendisini bu tasarımın içinde düşünebiliyor. Nereye gidersek gidelim, kendimizi götüreceğimiz o yeri de kendimizle birlikte götürmüş oluyoruz. Ne güzel…

Mekân, kelime kökeni(kün) açısından da olanın olmasıdır, yani varoluş ile mekân denktir. Adem’in elindeki elma mekânın bir türevi, sonsuz sayıda küçük uzamların bir araya gelmesinden oluşan bir cesamet, bir yer kaplama ama aynı zamanda da bir yerdir. Varlık yerdir. Zamana serildiğinde ise hareket yani hayat doğar. Şu halde varlık ve onun uzantısı olan hayat, insan zihninin iki saf sezgisi mekân ve zamanın bir tasarımıdır. Kant mekân ve zamanı insanileştirerek sadece dış dünyayı insanın içinde düşünmekle kalmadı, onu varlığı ve hareketi ile birlikte bir tarih olarak içimize taşıdı. İçimizde bir tarih var ve her şey bu tarihten ibaret.

Yine Türkçedeki düş-ü-n-mek fiilinin kökenine bakarsak, etimolojik anlamının kendi içimize düşmek olduğunu görebiliriz. Yani düşünmek biz Türkler için zihnin kendine yönelik mekânsal bir hareketi, bir tür mekân bağımlı eylem. Türk zihni mekânla düşünür, mekânda düşünür.

Metis Yayınlarından çevrilen Mekân Yaratmak isimli kitabı; beynin teknik olarak mekân tasarımını nasıl oluşturduğu sorusuna, bilimsel açıklamalarla ve deneysel bulgularla cevaplar bulmak için okuyabilirsiniz. Ancak modern felsefenin – bilmenin babasının Kant olduğunu düşündüğümüzde, öncesinde bu büyük filozof hakkında kısa okumalar yapmanızı öneririm. Böylelikle beyin ve dünya arasındaki ilişkiyi bir bütün olarak yerine oturtma imkanınız olur. Mekân Yaratmak kitabı her ne kadar bir dış dünya ve onun bilgisini edinen beyin çiftini esas alsa da, bu varlık-bilgi ilişkisinin pedagojik olduğunu, son kertede beynin (insan idrakinin) dış dünyanın bilgisini alan değil bu dünyayı yaratan olduğu gerçeğini akılda tutmanız gerektiğini de unutmayın. Zaten kitabın ismindeki “yaratmak” kelimesi de kitabın Kantçı anlamda proaktif bir beyin teorisini esas aldığını göstermektedir.


Mekan Yaratmak
Beyin Neyin Nerede Olduğunu Nasıl Biliyor?
Çevirmen: Gürol Koca
Jennifer M. Groh
Metis Yayınları

Mekân demişken sizi Cube filmine götürmek isterdim, matematik, kuantum gibi bilimsel konularla harmanlanmış, ne tür bir şey olduğunu bilmediğimiz mekân mekân içinde bir küpler dünyasında çıkış yolunu arayan yedi kişinin hikayesi. Ama bu kadar felsefi trajedi ağır kaçar diyelim tam burada daha insani bir filme geçelim. Türkçe’ye Gizli Dünya ismiyle çevrilen The Room (Oda) filmini sıradan bir Amerikan gerilim filmi olarak izleyebilirsiniz. Sapık bir adam bir kız kaçırıp yıllarca bir odaya kilitlemiştir, dahası kızın bir oğlu olmuştur ve bu çocuk da bu odada büyümüştür. Kurtulmaları da yine Amerikan filmlerine has akışla mümkün olmaktadır. Ancak nedense ben filmi izlerken yazarın veya yönetmenin aralarda sık sık çocuğun mekân algısıyla ilgili yaptığı göndermelere odaklandım. Filmin yaratıcıları bir odada doğup büyüyen bir çocuğun mekân algısının nasıl olacağına ilişkin bir soruşturmayı da filmde başarılı bir şekilde yürütmektedirler.

Dünyasının sınırları odanın sınırlarıdır, güvenliğinin teminatı da odadır, odanın çatı penceresi odayı yoklukla birleştiren sınırdır, çocuk için pencere dışarıya açılan bir şey değildir, çünkü beyni henüz dışarıyı yaratmayı öğrenmemiştir. Pencere hiçliğin başladığı yerdir.

Film, mekân fikrini zenginleştirmek için başka bir aktörü de sahneye çekiyor; televizyon. Çocuk gün boyu televizyon izlemektedir ve buradaki dünyanın kendi odasındaki dünyadan çok farklı olduğunu idrak etmektedir. Televizyondaki mekânın boyuttan yoksunluğuna akıl erdiremez, bu boyutsuzluk yüzünden televizyon farklı bir gerçekliktir belki ama onun için dışarısıdır. Dışarıdan haber getiren, dışarıyı yansıtan bir şey değildir, dışarının kendisidir. Dolayısıyla annesi bu odadan çıkacağız dediğinde, “televizyona mı gireceğiz” demektedir.

Kantçı mekân anlayışıyla ilgili zihninizi biraz zorlamak isterseniz Cube filminden önce The Room filmini izleyin, hem de anne ve oğul arasındaki müthiş sevginin nasıl bir mücadele ruhuna dönüşüp, odadan dış dünyaya doğru zorlu yürüyüşlerinde nasıl bir fener gibi yollarını aydınlattığını da görebilirsiniz. Anne-oğul ömürlerinin büyük bir kısmını bir odada geçirdiler ama kendilerini zayıf hissetmeyip dünyaya tutundular. Dünya onların içindeki sevgi kadardı. Sevgi azalırsa dünya küçülecekti, artarsa büyüyecekti.

Köninsberg’li Kant her gün evinden okuluna yürüdü, bunun dışında dünyayı görmedi. Ama dünyayı hepimizden daha iyi bildi. Karşılaştığımız fırsatlar, içinde olduğumuz şartlar, yaşadığımız ve başımıza gelen şeyler açısından farklı farklı talihlere sahip olabiliriz, ama Köninsberg’li bu adam içimizdeki tarihin dışımızdaki talihten daha iyi ol, her gün aynı yolu yürüyerek koca bir dünya yaratabileceğimizi gösterdi. Madem dünya bizim içimizde, onu elde etmek için bu kadar mücadeleye ne gerek var, kendi içimize düşmek yetecek gibi. 

Arka Kapak dergisi 14. sayı