Kemal Varol

Girişteki yangın köşesi, büyükçe bir salon, salonda yazın da kaldırılmayan bir kömür sobası, bu salonun bir köşesine memurların çalışması için ayrılmış bir bölme ve depo olarak kullanılan bir oda, çalışmak için kullanılan beş altı masa, boylu boyunca kitap rafları, duvarlarda sessiz olunmasını emreden uyarı yazılarıyla kasvetli bir yerdi kasaba kütüphanesi. Gelenlerin isteklerini kayıt altına alan bir memure, arada bir tütün tabakasını çıkarıp sigara saran bir müdür, en az onun kadar sigara içen yardımcısı ve arada bir ortadaki dağınıklığı toparlayıp ortadan kaybolan hizmetli dışında genelde kimse olmazdı içerde. Kütüphanenin bitişiğinde kasabanın en büyük çay bahçesi vardı. Başını kitaplardan kaldıran kütüphane ahalisi çok dayanamaz ve soluğu çay bahçesinde alırdı.

Kütüphane çalışanları sanki duvarlardaki uyarı yazıları onlar için oraya asılmış gibi pek konuşmazlardı. Daha doğrusu bizlere örnek olmak için seslerini olabildiğince kısar, salonu yalnızca topuk sesleri ve fısıltılar doldurur, işte o zaman bu çalışanların evlerinde dahi kısık sesle konuştuklarını düşünürdüm. Ciltlenmiş ve her birinin sırtına numarası yazılan kitaplar arada bir yerlerinde kıpırdanıp birilerinin kendilerini almasını, hiç olmazsa şöyle bir karıştırıp eski yerine bırakmasını beklerdi. Kitaplar da tıpkı kütüphane görevlileri gibi işaret parmaklarını dudaklarına götürür, okunmak için raftan fırlayan arkadaşlarını düzen içindeki raflara geri çekerdi. Böylece, bazı kitaplar arka iç kapaklarına yapıştırılan okuma kartı bir kere bile doldurulmadan başka kütüphanelere gönderilirdi. Kimi kitaplar şaşkın yolculara benzerdi. Yanlış şehir veya ülkelere düşerlerdi.

Arada bir ödünç kitap almak için memurenin önünde dikilen gençler, ödev yapmak için ansiklopedilerin küçücük puntolarına gömülen öğrenciler ya da uyumak için salonun sessizliğine ihtiyaç duyanları saymazsam kütüphanenin iki müdavimi vardı. Ben bütün kitaplara yetişemeyeceğimden korkup sular seller gibi kitap okurken o hep önüne yığdığı test kitaplarıyla cebelleşirdi. Elindeki kurşun kalemi şıkların üzerinde gezdirir, paragrafı yeniden okuyup cevabı bulmaya çalışır, saçlarını karıştırıp soruya bir de yakından bakar, peşinden de doğru olduğunu düşündüğü şıkkı epeyce karalanmış bir şıkkın içine alırdı.

Bütün gün kütüphanede ders çalışan bu adamın kasaba delisi olduğunu çok sonra öğrenecektim. Kasabanın en parlak öğrencilerinden biriyken bir türlü kazanamadığı üniversite sınavı yüzünden delirdiği söylenirdi. Bazen kütüphanedeki masasından başını kaldırıp yandaki çay bahçesine bakar, orada çoktan iş güç sahibi olmuş eski arkadaşlarını izler ve sanki bir yere yetişecekmiş gibi yeniden soru çözerdi.

Birinci yıl heyecanlanmıştı. İkinci yıl soruları kaydırmıştı. Üçüncü yıl sınavdan bir gece önce rahatsızlanmış, dördüncü yıl aynı salondaki eski bir arkadaşının rahatsız etmesi sonucu sorulara odaklanamamış, beşinci yıl sorular birkaç kat zorlaştığı için çözememiş, altıncı yıl tekrar başa dönüp yeniden sınavı kazanamayacağı endişesine kapılmıştı. Böylece giderek onu yutan bir karabasan aklını almış, onu kasabanın delilerinden biri yapıp hikâyesini kütüphanedeki kitaplardan birinin arasına kaldırmıştı.

Öyleydi.

Arada bir tozları alınan raflarda bu türden hikâyelerle örülmüş kitaplar dururdu.

Hayat mı kitaplar mı?

Kim kimi taklit ediyor, bilinmezdi.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 13.sayısında yayınlanmıştır.