Abdurrahman Üzülmez

İslam ve Türkiye tarihiyle ilgilenen herkes mütebahhir oryantalist Bernard Lewis’in ismini biliyordur. Batı ve İslam adlı eserini artık Türkçe okumak da mümkün. (Akılçelen Kitaplar, 2017) Eser -en eskisi 1976, en yenileri ise 1992 yılında olmak üzere- daha önce çeşitli süreli yayınlarda yayımlanmış on bir makalenin yeniden düzenlenmesi ile oluşturulmuş.


İslam ve Batı
Bernard Lewis
Akıl Çelen Kitaplar

Lewis’in diğer kitaplarını okuyanlar bu eserde yeni bir şey bulamayabilirler. Sadece serdedilen fikirler değil, aynı zamanda çeşitli vesilelerle serimlenen malumatta da bir yenilik ya da farklılık yok denilebilir. Daha önceden Türkçeye çevrilmiş olan Tarihte Araplar, Modern Türkiye’nin Doğuşu, İslâm’ın Siyasal Söylemi, (başka bir çevirisi İslam’ın Siyasal Dili adıyla çıkmıştır) Müslümanların Avrupa’yı Keşfi, Çatışan Kültürler: Keşifler Çağında Hıristiyanlar Müslümanlar Yahudiler gibi kitaplarında ileri sürdüğü düşünceler ile bu kitapta serdedilen fikirler birbirinin aynı. Kitabın ilk iki makalesi olan ve kitabın üçte birini oluşturan “Avrupa ve İslam” ve “Gayr-i Müslim İdaresi Altındaki Müslüman Nüfusların Konumu: Hukuki ve Tarihsel Düşünceler” Müslümanların Avrupa’yı Keşfi adlı kitabının uzun bir özeti sayılabilir. “Vatan ve Özgürlük” başlıklı makale ise Modern Türkiye’nin Doğuşu kitabındaki bir bölümün başta Mısır olmak üzere diğer İslam ülkelerindeki gelişmelerin dâhil edilerek yeniden düzenlenmiş hâli sanki.

Bunlardan daha önemlisi ise Lewis’in önkabul ve fikirleri. “Ön kabul” ya da “fikir” olarak tanımlayabileceğimiz iki izleği bu eserinde de yakalamamak mümkün değil.

Bunlardan biri tarih boyunca Müslümanların Hıristiyanlara karşı hoşgörüsüne karşın Hıristiyanların Müslümanlara karşı hoşgörüsüzlüğü. Müslümanlar cizye vermek koşuluyla hâkimiyetleri altına aldıkları Hıristiyanların -aynı şekilde Yahudilerin- can emniyeti ve din özgürlüklerini garanti altına aldılar. Bunun bir sonucu olarak Arap yarımadasının dışına çıkan ilk Müslümanların Bizans’tan devraldığı Asya ve Afrika topraklarındaki Hıristiyan cemaatler günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Avrupalı Hıristiyanlar ise Müslümanlara karşı bu şekilde davranmayarak birbirinden farksız üç seçenek sundular: “ölüm, din değiştirme ya da sürgün”. Malum, sadece Sicilya ve Endülüs gibi yerlerde değil, XIX. yüzyılda Hıristiyan hâkimiyetine giren Yunanistan Krallığı’nın kurulduğu Mora’da dahi Müslüman nüfusun yerinde çoktan beridir yeller esiyor. Numune olsun diye, velev bir tek kişiye dahi yaşama hakkı verilmemiştir. Lewis bu durumu şöyle açıklıyor: “Hıristiyanlık İslamiyet’ten daha eski bir dindir. Bundan dolayı bu dini kökünden reddetmesi teolojik bir zorunluluktur. İslam için Hıristiyanlık ise -nesh edilmiş olsa da- bağrında hakikat unsurlarını da taşır. Bundan dolayı birbirlerine karşı tutumları da farklıdır. Nitekim Hıristiyanlar Müslümanlara yaşama hakkı tanımazken Yahudiler -zaman zaman ağır baskılara maruz kalsalar da- en azından Eski Ahit’e inandıkları için hoşgörüye mazhar olabilmişlerdir.”

Bu açıklama iki açıdan sorunludur: Birincisi klasik oryantalist, dolaysıyla da özcü bir bakıştır bu. Sözkonusu hoşgörüsüzlüğü açıklama örneğinde olduğu gibi tarihi, dinî inançlara indirgenerek izah etmenin yetersizliği açıktır. Aynen vaktiyle F. Braudel’in İspanya’dan Müslüman ve Yahudilerin sürgün edilmesine karşın II. Bayezid’in tam aksine onları kendi topraklarına kabul etmesinin salt “nüfus” yoğunluğu ya da azlığına indirgeyerek açıklaması gibi.

Lewis’in iddiasının aksine genelde Yahudilerin de hoşgörüye mazhar olmadığı da bilinmektedir. Bundan dolayı kendi dışındakine yaşama hakkı tanımayan bu horgörüyü Batılı kültürlerin yapısal bir özelliği olarak okumak daha doğru olur. Aksi halde anti-Semitizm ve Holokost’u açıklamak mümkün olmayacaktır. Ya da yapılan açıklama Alman burjuvazisinin iki savaş arasında kendini güvende hissetmediği fikrine bağlamak(Eric Fromm) tezi gibi sathi olacaktır. Kısacası Batı hoşgörüsüzlüğünü Hıristiyanlığın İslam’dan daha eski bir din olmasına bağlayarak açıklamak ikna edici değildir. “Anti-Semitizm Alman Hıristiyanlarının sevgi dini adına muhafaza ettiklerinden başka bir şey değildir.” (Adorno) Dolaysıyla Avrupa-Hıristiyan hoşgörüsüzlüğünün sadece Müslümanlara yönelik bir durum olduğu (Yahudileri kapsamadığı) tezi gerçeği yansıtmaz. Keza Lewis’in zikredilen teolojik açıklaması -mantıklı görünse de- Yahudilikle ilgi hâkim anlayışı yansıtmadığı ve aksi yönde yorumların olduğunu da belirtmeliyiz.* Ancak bu istisnalaştırmanın Müslümanlara/İslam dünyasına karşı, en başta Evanjelizm olmak üzere Hıristiyan-Yahudi ittifakının ihtiyaç duyduğu meşrulaştırmaya hizmet ettiği ise izahtan varestedir.

Diğeri ise Avrupalıların nerdeyse baştan beri Müslümanları merak etmesi ve onlarla ilgili malumat toplamaları, çeşitli dilleri öğrenmelerine rağmen Müslümanların Avrupa’yı hiç merak etmemesi, hiçbir Batılı dili öğrenmeye gerek görmemeleri, hatta zamanla Avrupa dillerini öğrenmeyi zül addeden bir kültür geliştirmeleri. Lewis bu basit bilgiyi “ötekisi” üzerinden Batı’yı tanımlamak için kullanıyor adeta. Zira böylece İslam dünyasının ataletine karşın “Batı” dünyasına egemen olan tatmin edilmesi güç araştırıcı ruhuna dikkat çekmektedir. Oysaki bizzat onun makale ve kitaplarında verdiği bilgiden hareketle dahi bu realitenin nedenini anlayabiliriz. Müslümanların Bizans dışındaki Avrupa kültürleriyle ilgilenmemeleri basit bir nedene dayanıyordu. Kendisinin de çeşitli defalar zikrettiği gibi Müslümanlar için Ortaçağ’da Avrupa XIX. yüzyıl Avrupa’sından Afrika’nın göründüğü gibi görünüyordu. Müslümanların onlarla ilgilenmelerini veya Avrupa dillerini öğrenmelerini gerektirecek bir neden yoktu. XV. yüzyılın başında vefat eden İbn Haldun sadece Arapça biliyordu. Başka bir dili bilmesini zorunlu kılacak bir durum da yoktu. O dönemlerde -bilim dili Arapça olduğu için- bu durumun Avrupa için sözkonusu olmadığı ise açıktır. Keza Avrupalıların dini nedenlerle Yunanca, İbranice, Aramice gibi bazı dillerle haşır neşir olma zorunluluğu vardı. Gene mütemadiyen geri çekildikleri ve geri oldukları İslam karşısında Arapça ve Türkçe gibi dillere merak sarmaları doğaldır. Aynen Müslümanların kayıtsızlığı gibi. Dolayısıyla Doğu ve Batı’da oluşan farklı kültür, farklı tarihlerin doğal bir sonucudur. Hâl böyleyken kaygan zeminde hareket ederek spesifik bir bilginin genel şarkiyatçı/oryantalist tezleri (tembel ve meraksız Doğulu, çalışkan, meraklı ve araştırıcı Batılı) doğrulayan bir araca dönüştürülmesi kabul edilebilir değildir.

Tam burada o malum meseleye temas etmiş oluyoruz: Şarkiyatçılık. Nitekim sözkonusu ettiğimiz kitapta (İslam ve Batı) hem Edward W. Said’e hem de genel mânâda oryantalizme yöneltilen eleştirilere cevap verdiği “The Question of Orientalism” (1982) adlı makalesinin çevirisi de var. Lewis bu makalede Şarkiyatçıların elde ettikleri ya da ürettikleri bilgiyi Doğu üzerinde tahakküm kurmanın bir aracı olarak kullanıldığı fikrini kabul etmiyor. Önemli olan kullanılan yöntem ve üretilen bilginin tek başına doğru olup olmadığıdır ona göre. Bir tahakküm aracı olarak söylem diye bir şey de yok zaten. Michel Foucault diye birinin hiç yaşamadığını da söyleyecek nerdeyse ama dili varmıyor. Nedense?

____

* “Hıristiyanlık ile Yahudilik arasındaki belirgin farklılıklar –ki bunlardan birisi Oğul’un takipçileri tarafından Baba’nın nefretini besler- anti-Semitizm’in teolojik köklerinde yatmaktadır.”Roland Boer, Cennetin Eleştirisi, Çev. Melih Pekdemir, İstanbul: Ayrıntı, 2013, s. 506

Arka Kapak dergisi 22. sayı