Gizem Yiğit

Ursula K. Le Guin’i çok kısa bir süre önce kaybettik. Onu kaybetmiş olduğumu düşünmek bile kişisel tarihimde yeri dolmayacak bir boşluğun açılmasına sebep oldu. Bir yandan bu durumun yalnızca benimle sınırlı kalmadığının da bilincindeyim elbette. O, benim hayatıma ve başka hayatlara büyülü dokunuşlar yaparak bizden olmayan bir şeylere inanmamızı sağladı. Bizi dünyanın başka türlü de var olabileceğine inandırdı. Hiçbir övgünün, minnetin çelmesine takılmadan kendini ve bizleri koca bir sal ile ütopik fikirlerinden mümkünlerin kıyısına ulaştırdı. Ve yolculuğumuz bitince de başka maceralara açılmak için bizi o kıyıda bıraktı. Ölüm haberini alıp tüm gece ona dair bu yazımı yazmayı düşünürken ne eksik ne de fazla, tam olarak bunu düşünmüştüm. Başka bir dünya yaratmamıza imkan tanıyan ve artık bizi bunun bilinciyle başbaşa bırakan bu büyücü, her birimizin hayatına unutamayacağımız bir biçimde dokundu. Kimimiz anarşizmi, feminizmi hatta Taoizm’i bilmezden önce bu kavramlara onun metinlerinde rastladı, onun gezegenlerinde, onun olağanüstü karakterlerinde… Kimimiz ise tüm bu kavramları bildiği vakitlerden sonra onun eserlerinden bu mefhumlara nasıl rüyacı ve nasıl hayalci bir biçimde bakabileceğini öğrendi ondan. Evet, öğrendi. O, asla didaktik olmayan metinlerin en akıl almaz yazarı ve bir bakıma öğreticisi, fantastik rüyalarımızdaki ülkelerin kurucusu ve uzaklarda da olsa bir dostuydu. Bir söyleşisinde yazmayı “yemek yapmak” kadar doğal bulduğunu okumuştum. Buna rağmen yazmaya şaşaalı ve görkemli anlamlar yüklemeden bizi rüyanın öte yakasına taşıyabilmişti her yazdığıyla. Bunun onda en sevdiğim şeylerden biri olduğuna karar vermiştim hemen. Onun yarattığı dalgayla kıyıya vuran ve ancak böyle suyun farkına varan balıklar olmuştuk onu ilk okuduğumuz andan itibaren. Ama siz tüm bunlardan önce bilin ki bu yazı Ursula’nın hayalleriyle on bir yaşında tanışıp çok önceden içine işleyen yazma tutkusunu onun yazdıklarından güç alarak büyüten “bu dünyadan bir büyücünün çırağı” tarafından yazıldı.

Ursula K. Le Guin, tüm bunların dışında bir yandan Mülksüzler, Yerdeniz Büyücüsü, Rüyanın Öte Yakası, Karanlığın Sol Eli, Hep Yuvaya Dönmek, Lavinia, Dünyaya Orman Denir, Rocannon’un Dünyası, Rüzgarın On İki Köşesi, Başlama Yeri gibi buraya sığdıramayacağım onlarca kitabın yazarı. Fakat tüm yazınından ziyade benim değinmek istediğim nokta onun belki de yazınında en açık şekilde yer alıp bir yandan da en örtük olan feminist bakışı. Belki de bize bu konudaki görüş ve tasarımlarını öğretici bir üslupla değil de rüyalarını usulca ve nahifçe anlatır gibi anlattığından bu yazıyı Le Guin’in feminist bakışı üzerine inşa etmek istedim.


Karanlığın Sol Eli
Ursula K. Le Guin
Ayrıntı Yayınları

J. G. Ballard ve Philip K. Dick ile beraber Yeni Dalga (New Wave) akımının mensubu olan Le Guin, 1970’lerde bilimkurguya yeni bakış açıları getirmiş ve deneysel metinleri öne çıkarmıştı. Onların diğer bilimkurguculardan farkı, alternatif toplum biçimlerini teknolojik gelişmeler doğrultusunda değil; politika, psikoloji, sosyoloji gibi sosyal bilimler ya da felsefe ile sorgulayarak kurgular oluşturmalarıydı. Aynı zamanda feminist kurgunun ikinci dalgası olarak tanımlanan bu dönem de Yeni Dalga içerisinde yer alır. Bu şekilde de bilimkurgu türüne birçok kadın yazar kazandırılmış olur. Akımındaki yazarların öncüsü olarak değerlendirebileceğimiz Le Guin, 1969’da yayınladığı ve Karanlığın Sol Eli ile cinsiyetliliğin insan üzerindeki etkisini ve her satırında yavaşça tanıdığımız bir gezegenin sakinlerini bizlere gösterir. Androjen bir kralın varlığını, soy ilişkisinin ataerkil olmayan bir toplumda nasıl sağlanacağı konuları üzerine de okurlarını düşünmeye iter. Yılın belli dönemlerinde hormonal değişikliklere bağlı olarak erkek ya da kadın olabilen Kış gezegeninin yerlileri arasında bu yüzden cinsiyete dayalı bir üstünlük algısı da oluşmamıştı. Le Guin’in bu kurgusu aslında tamamen cinsiyeti ortadan kaldırdığında ne olacağını görmek istemesi kaynağından kendisine yol açmıştı. Le Guin, okuduğu neredeyse tüm bilimkurgu hikayelerinin beyaz adamların kahramanlıkları ve erkeklerin fetihleri ekseninde sürüp gidiyor olması sebebiyle ergenlik çağında bilimkurguya ilgisini kaybetmişse de kendi bilim kurgu dünyasını kurarak bu türde feminist sesini olanca gücüyle duyurmaktan bir an olsun vazgeçmedi. 1987’de kendisinden Synergy: New Science Fiction, Volume 1 isimli Zebrowski’nin derlediği bilimkurgu öykülerini içeren bir antolojinin tanıtım yazısı yazması istendiğinde beklenenin aksine kitap içindeki öykülere değil de kadınlara hiç yer verilmemiş olması kısmına dikkat çekmeyi tercih ediyor. Le Guin’in antolojinin editörüne yazdığı mektupta belki de bu konuya dair en net söylemleriyle karşılaşıyoruz:

Kendimi, Brian Aldiss’ın tahmin edilebileceği gibi işimi küçümsediği bir kitabın tanıtım metnini yazarken hayal edebiliyorum, çünkü bu sayede yüce gönüllüğüme çekidüzen verebilirim. Ama kendimi yeni bir serinin ilki ve dolayısıyla da muhtemelen serinin örneği niteliği taşıyacak, hiçbir kadın yazını içermeyip aksine çok benmerkezci, sanki bir kulüpte ya da soyunma odasındaymışsınız gibi bilhassa erkek tonuyla yazılmış bir kitabın tanıtım metnini yazarken hayal edemiyorum. Bu yüce gönüllülük değil, aptallık olur. Beyler, kısacası ben buraya ait değilim.

Saygılarımla,

Ursula K. Le Guin

Hiçbir kuralın batağına saplanmadan yazdığı tüm tasarıları onun feminist edebiyat eleştirisinden beslenen bu yazınında gitgide daha homojen hâle gelir oldu ve her eserine dozu değişmek üzere sirayet etti. Le Guin, tepkisini pratik çözümlere dönüştürmeyi de ihmal etmeyerek kadınlara edebiyat ve yazma eylemi ile ilgili mansplainingden kaçmaları için yıkıcı tepkiye yönelmelerini önerir. Getirdiği cinsiyet anlayışıyla post-modern bir başyapıt olarak da tanımlanabilecek eserlerinde yenilikçiliğini başka bir perspektiften de ispatlamaktan geri durmaz. Eserlerinde yan yana gördüğümüz feminizm ve anarşizm kavramlarını da kendi kurgularının temellerine oturtmuş ve verileni almaktansa yazılarında kendi mahsülü olan yeni bir birleşimden yararlanarak gerçekleştirir bunu da. Kapitalist bir toplumda bir yazar ve bir anne olan Ursula K. Le Guin çifte standartlara, ayrımlara ve riyakarlığa olan öfkesini yaşarken yalnızca yetişkinler için değil çocuklar için de kitaplar yazar ve onlara anlatır düşlerini. Çocukların geleceğin yetişkinleri olduğunun bilincinde bir hâlde onlara herhangi bir cinsiyete ya da mevkiye sahip olmanın ayrımcılığı ya da diğerinden üstün olma düşüncesini meşru kılmayacağını söyler.

Kişinin kendi bedeni üzerindeki egemenliği, aile temelli toplum ve heteroseksüelliğe yeni alternatifler arayışı, erkek egemenliğinin kendinde gördüğü kudret ve buna bağlı mülkiyet anlayışı… Tüm bunlar Ursula’nın eserlerinden hareketle ve bu yazıyla da birlikte sanırım bu satılara gelinceye kadar aklınıza sıkça geldi. Ama onun söylemek istedikleri aslında bundan çok daha fazlasıydı. Erkeklerle girilecek bir çatışmadan çok kendi dünyalarımızı var etmemize, yaratmamıza yönelmemiz onun tek gayesiydi. Tüm bunlardan sonra Ursula’dan bizlere kalan seda ise şu olsun: “Bu onların ülkesi, biz kendimizinkine bakalım.”

Arka Kapak dergisi 30. sayı