İdris Mahfi

Raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asar nakl u rivayet eylerler ki; Ol vakit Ödipus, Teb şehrini tepeden gören yamacın üstüne geldi. Birdenbire karşısına çehresi kadın yüzü, gövdesi aslan gövdesi olup bir çift kanadı olan yaratık çıkıverdi. Ahalinin Sfenks dediği yaratık, şehre gidenlerin yolunu keser ve onlara bir bilmece sorar, bilemeyenleri oracıktaki uçuruma atıp öldürürdü. Sfenks alaycı sesiyle aynı bilmeceyi Ödipus’a da sordu: “Sabahları dört, öğleden sonra iki, gece üç ayakla yürüyen şey nedir?” Ödipus bir uçuruma baktı, bir Sfenks’in alaycı yüzüne. Kendinden emin cevap verdi: “İnsandır. Çünkü bebekken emekleyerek dört, yetişkinken iki, yaşlıyken de baston yardımıyla üç ayakla yürür.” Sfenks bir faninin doğru cevabı vereceğini beklemiyordu hiç. Acıyla kendini atıverdi dipsiz uçuruma.

Çocukken ninelerimizin, dedelerimizin muzipçe gülerek sordukları efsane bilmeceleri kim unutabilir ki? “Yarım kaşık / Duvarda yapışık” yahut “Beyaz saray içinde sarı sultan oturur” gibisinden ilk bakışta uçukmuş gibi görünen bilmecelerin cevabını bulmak için az kafa patlatmaz, az yalvarıp yakarmazdık. İlk bilmeceye kulak, ikincisine yumurta cevabını alınca da elimizi dizimize vurup “Ah, nasıl da aklıma gelmedi!” diye hayıflanırdık.

Eski Yunan efsanelerinden Sfenks ve Ödipus efsanesi her ne kadar bilmece konusunun en meşhur rivayeti olsa da, bilmecelerin çıkış kaynağının Doğu Dünyası olduğu Batılı kaynaklarca da kabul edilmektedir. İlk yazılı bilmeceler, Brahmanizmin temelini teşkil eden Veda’larda boy göstermiş. Eski Ahit’in “Krallar” kitabında, Saba Melikesi Belkıs ile Hazret-i Süleyman arasında geçen bilmece müsabakası etraflıca anlatılır. Türk kültüründe, Dede Korkut hikâyelerinde bilmeceyi andırır rüyalara rastlansa da, ilk yazılı bilmece kaydına Kuman’larda rastlanmaktadır. Tabii bunlar eldeki mevsuk belgelerin ifadesi. Bilmecelerin asıl kuşaktan kuşağa nakledilme vasıtası şüphesiz şifahi kültür ile mümkün olmuştur.

Oldukça zengin olan bilmece haznemiz, anonim halk edebiyatında kulaktan kulağa nakledilip gelişirken, edebiyat sahasına girişi de pek fazla zaman almamış. Köy kahvelerinde, odalarında önce anonim şekilde daha geniş bir mecra bulan bilmece sanatı, halk edebiyatının en yaygın türü olan âşık edebiyatında kendisine yer bulup artık soranı söyleyeni bilinir hâle gelmiş. Âşıkların manzum olarak söyledikleri bilmeceler de “lugaz” ve “muamma” olarak iki ayrı edebî türün yaygınlaşmasında mühim bir rol oynamış. Aslında Arap ve Fars edebiyatında pek yaygın olarak kullanılan lugaz ve muamma sanatı, halk edebiyatı ve takip eden süreçte divan edebiyatında şairlerin bir hayli rağbet ettiği iki manzum bilmece sanatıdır. Aralarındaki fark ise, muammaların cevaplarının bir isim olmasına karşın lugazlarda soyut veya somut herhangi bir varlık bilmece konusu olabilir. Âşık edebiyatında tabii olarak hece vezni ve kıtalar olarak söylenen lugaz ve muammalar, klasik divan şiirinde aruz vezni ile beyitler ve beyitlerden oluşan diğer edebî formlarla yaygın şekilde söylene ve yazılagelmiş.

Herhangi bir varlığı bilmece konusu edinen ve genel olarak “ol nedir ki, nedir ol, her nedir ki” gibi kalıplarla başlayan lugazlar, Türk edebiyatında Ahmed Paşa’dan Nâbî’ye, Nedim’den Şeyh Galib’e kadar bir çok şairin teveccüh gösterip divanlarında yer verdiği edebi türdür. Hatta Himmetzâde Abdi gibi sadece manzum lugazlardan müteşekkil divan tertib eden şairlere de rastlanmaktadır. Sultan 3.Selim’in Sünbülzâde Vehbî ile müşterek tertib ettiği bir beyitlik lugaz, bu sahanın en güzel örneklerinden birini oluşturur: 3.Selim’in “Bir gümüşden kal’a gördüm zabt olubdur anda ab” mısra’ıyla başladığı lugazı Vehbî Efendi “Geldi zerrin top ile feth eyledi afitab” mısra’ıyla tamamlayınca ortaya cevabı “buz” olan latif bir lugaz çıkmıştır.

Cevabını Allah’ın isimlerinden biri ve sair insan isimlerinin oluşturduğu muammaların edebiyatımızda ilk örneklerine Ahmed Paşa’da rastlanır. Yavuz Sultan Selim’in muamma sanatından pek hoşlandığı ve Nihânî’nin kendisine her beyitinde muamma olan bir kaside sunmasını istediği bilinmektedir. Muammaları ile meşhur Nihanî’nin tahtını sonraları Emrullah Emrî sarsmış ve 700 civarında muamma kaleme almıştır. Cem Sultan, Bâkî, Fuzûlî, Nâbî, Nahîfî, Fıtnat Hanım gibi bir çok meşhur şairin kalem oynatıp divanlarına aldığı muammalar 17.yy’dan itibaren ehemmiyetini kaybetmiş gibi görünse de, Tanzimat dönemine kadar bir hüner olarak varlığını sürdürmüştür.

En bilindik örneklerinden biri, Nâbî’nin “Bende yok sabr u sükûn, sende vefâdan zerre / İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kerre” beyti olan muammalar hakkında, tıpkı bilmece ve lugazlarda olduğu gibi yazılacak daha çok şey var. Nâbî’nin muammasının cevabını da, yazılacak diğer şeylerle beraber bir sonraki yazıya bırakmak en iyisi. 

Arka Kapak dergisi 26. sayı