Doruk Önal

The Water Diviner / Son Umut Russell Crowe’un ilk yönetmenlik deneyimi olan ve I. Dünya Savaşı sırasında Gelibolu’da kaybettiği üç oğlunu arayan bir Avustralyalı babanın hikâyesi. Film konusu itibariyle önemli bir yerde dururken onu anlatım biçimiyle sınıfta kalıyor.

Osmanlı topraklarında başlayan filmde bir an Avustralya’ya gidiyoruz, oradan da tekrar Osmanlı’ya geri dönüyoruz. Film 1915 Aralık’ında Anzakların geri çekilişini işleyen bir savaş sahnesiyle başlıyor. Malum bu hikâyenin bizim için bilindik tarafı, bir de bu hikâyenin Avustralya tarafını oluşturan kısmı var.

Hikâye Avustralya bozkırlarında yaşayan, çiftçilik yaptığını varsaydığım kendi halinde bir adam olan Connor’un etrafında gelişiyor. Filmin orijinal adına atfen de kendisi bir su bulucudur. Bunu da filmin ilk anında öğrenmiş oluyoruz. Fakat Connor’un yetenekleri sadece su bulmakla kalsa iyi! Bu su bulma yeteneğini filmin ilerleyen noktalarında oğullarını bulmak için de kullanıyor ayrıca.

1915’te Anzakların geri çekilişiyle başlayan filmde bir anda 1919 yılına gidiyoruz. Karısıyla birlikte bir başlarına kalan Connor için filmin de ilk kırılma noktası diyebileceğimiz şey gerçekleşiyor. Connor’un karısı oğullarını kaybetmenin acısına daha fazla dayanamıyor ve intihar ediyor. Haliyle Osmanlı yolları Connor’a görünüyor. Bundan sonra tek arzusu oğullarının kemiklerini bularak, onları annelerinin yanına gömebilmek oluyor.

Film açıkçası bu noktadan sonra hiçbir şey vadetmiyor. Connor, İstanbul’a ayak bastıktan sonra Gelibolu’ya gitmenin yollarını arıyor fakat bu o kadar kolay olmuyor.

Bir şekilde güzel ve genç bir kadın olan Ayşe Hanım’ın (Olga Kurylenko) oteline gidiyor. Ayşe kocasını savaşta kaybettiğini bir türlü kabullenemeyen birisidir. İlk başta Connor’a karşı önyargıları olan Ayşe zamanla onunla kaynaşıyor. Fakat oğullarına ölü ya da diri ulaşma hedefi olan Connor burada fazla durmuyor ve Ayşe’nin yardımı sayesinde Gelibolu’ya varıyor.

Filme katkı yapan ve onu hareketlendiren bölümlerin Gelibolu’da geçen sahneler olduğunu söylemek gerek. Sanat ve görüntü yönetmenliği adına film sınıfı geçmeyi başarmış. Dekor tasarımı ve Osmanlı Dönemi gayet başarılı hatta biz yapsak olmayacak düzeyde iyi. Savaş sahnelerinin canlandırılmaları da yerli yerinde. Eh! Hepsi bu kadar! Gerçekten bu kadar.

Film beklenildiği gibi bir Avustralyalı’nın gözünden savaşı anlatmıyor. Öylece yanından gelip, geçiyoruz. Russell Crowe elindeki bütçeyle küçük bir iş çıkartmış. Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz performansları ise vasatın altında kalmış. Cem Yılmaz yine kendine has tarzını korumayı başarmış olsa da yeterli değildi. Fakat Yılmaz Erdoğan’ın performansı tartışmasız kötüydü. Yapay, neredeyse sahicilikten ve rolünden uzak bir karakterdi. Olga Kurylenko’nun dublajlı Ayşe karakteriyse filmde eğreti durmaktan öteye geçememiş. Özellikle onun karakterinin hikâyeye hiçbir anlam katmadığı da aşikâr. Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir karakter olmuş. 2015’te vizyona girecek olan yeni Terminatör filminde Kyle Reese olarak izleyeceğimiz Jai Courtney’in sade ve başarılı performansını da es geçmemek gerek.

Son olarak, film ele aldığı konuyu olabilecek en kötü şekilde işlemiş. Hikâye anlatımı gerçekçilikten uzak bunun bence başlıca sebebi araya sıkıştırılan aşk hikâyesi olduğu kadar Connor’un neredeyse doğaüstü sayılabilecek, sanki toprağın altında su bulurcasına hiç bilmediği bir yerde, gözlerini kapatarak oğullarını bulma çabası diyebilirim. Bunun yanı sıra Yeni Zelandalı olan Crowe’un tarafsız bölgede durmaya çalışması da takdir edilesi. Eğer ana konuya sadık kalarak hareket etseydi daha başarılı bir iş ortaya çıkabilirdi. Bunun yerine Connor’un Türk örf ve adetlerini öğrenme anları bizim için eğlenceli, film adına başarısızlık getirmiş.

Senaryo: Andrew Knight, Andrew Anastasios
Yönetmen: Russell Crowe
Yapım yılı: 2014, Avustralya