Onur Caymaz

İstanbul’da, Anadolu yakasında yaşayanların bildiği cümledir: “Haldun Taner’de buluşalım.” Balık ekmekçiler, vapur dumanları, çiçekçiler, büfeler arasına sıkışmış Kadıköy Meydanı’nda, insanlar ertesi gün buluşacakları yeri kararlaştırırken sıklıkla duyarsınız. Sahildeki o küçük tiyatro kastedilir: Haldun Taner Sahnesi. Değil mi ki yazar, insanları hep tiyatroda buluşturmak istemiştir.

Ferhan Şensoy’un Gündeste’sinde de babası saydığı Taner’e çok sık rastlanır. İki kalas bir heves dermiş tiyatro için. Devekeşu Kabare’nin kurucusu. Heves işte! Aslında her şeyi o büyük heves yazdırır. Keşanlı Ali’nin efsanevi Zilha’sı Gülriz Sururi’nin, evin köpeği Şamama’ya laf atan kostak delikanlıya Şamama kim, sen kimsin / Herkes haddini bilsin / O hiç senin küfün mü / O bir güççük hanfendü dörtlüğü kaçımızın diline takılmamıştır? Peki Fazilet Eczanesi adlı oyununu bilir misiniz?

Devekuşu Kabare çocukluğum; Gündeste üniversite yıllarım olsa da bir Haldun Taner imgesi belirmemişti bende. Neden bilmem, es geçmişim. Sonrasında bir gün sahafta, Yalıda Sabah ile karşılaştım. Heyecanla okuduğumu anımsıyorum. Nedense bir önyargım vardı: Taner’in yazarlığını Sait Faik’e benzetirdim. Edebiyat konusunda birçok yargımız yeterince okumadan verilir zaten, hele de gençken. Fakat demlenmiş dildeki renklerdi beni ilk çarpan. Faik savruktur, Taner düzenliydi. İkisi de farklı türde etkiler adamı.

İstanbullu bir İstanbul anlatıcısıdır Taner. Yazdıklarında, değişmez birkaç temel nokta vardır: Hayattan kopuk olmadığı için yaşadığı yeri iyi tanır, bundan dolayı her kesimden insanı, her semti bulursunuz onda. Isherwood’un Hoşça Kal Berlin’inde yazdığı gibidir, bir fotoğraf makinesidir, geçip giden hayatımızı ölümsüzleştirir.

Sait Faik’ten bu yana küçük insanlar olarak değerlendirilen halk, yaşanan kültürel – ekonomik değişimle birlikte girer metinlerine. Hesap görmez, çözüm üretmez, iyi edebiyat yapar: Gösterir sadece. Bunu yaparken de trajediyi mizahın kuşatıcı açısından yorumlar. Anlatırken acısa bile gülen birinin burukluğunu duyurur.

Ayışığında Çalışkur’da bu yazdıklarımın hepsini bulursunuz. Daha sonra Ayışığında Şamata olarak oyunlaştırılan bu metinde, birinci perde sonunda oyuncular selama çıkar. Seyircilerin arasına konuşlanmış birkaç oyuncu hemen itiraz eder. İzleyenlere açıklama yapılır: Oynanacak şey kalmamıştır. Ortalık karışır; kimi oyunlarda galeyana gelen seyirciler olurmuş. Tam da hikâyede olduğu gibi ikinci perdede oyuncular bu kez öncekinin ters kişiliğini oynayacaktır. Brecht görse bayılırdı denecek cinsten bir burjuva eleştirisidir bu tekst.

Taner, hikâyelerinde sadece insanlara değil, hayvanlara da sıklıkla yer verir. Sancho’nun Sabah Yürüyüşü bir köpeği, Topal ise ayağı kırık bir leyleği anlatır. İznik’te bir çay bahçesine dadanmıştır Topal, herkesin sevgilisidir. Okuyunca derin hüzün fark edersiniz, saklı ama… Çelebice. Ferhan Şensoy’un denemelerinden öğrendiğimize göre her sabah kalkıp daktilosunun başına oturarak yirmi sayfa yazı yazarmış, disiplini buymuş. Hep doğanın ve insanın tarafında olmuştur satırlarında.

Yazımı onun Sersem Kocanın Kurnaz Karısı oyunundaki kapanış tiradıyla bitireceğim. Aktör yerine “yazar”, replik yerine “edebiyat” koysanız da olur:

“… zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız. Görorum hepiniz gardıroba koşmaya hazırlanorsunuz. Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır. Virjinya’nın bir diyaloğu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler. Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. Perde!”

yazar-kitap