Gizem Oral

Yalnızlaşıyoruz gitgide. Belki de neye yaradığını dahi tam olarak bilmeden alıp evimizde bir daha asla gün yüzüne çıkarmamak üzere bir yerlere tıkıştırdığımız eşya yığınlarının arasında yalnızlaşıyoruz. İhtiyaç kriterlerimiz, yaşam döngümüzü sağlayacak şeylerden çok, nefsi isteklerimiz etrafında dönmeye başladığından, daha çok almak, daha çok şeye sahip olmak istiyoruz. Kapağı bile açılmamış kitaplar, içi tozlanmış bardaklar, etiketi koparılmamış kıyafetler, altı bir kez olsun kirlenmemiş ayakkabılar, yarıya bile inmemiş parfümler ve daha nicesi yer kaplarken hayatımızda, biz daha fazlasını almak istiyoruz. Alıyoruz da…

Tüm bu eşyaları ve standartlaşmış hayatlarımızı küçücük evlerimize sığdırmaya çalışıyoruz. Tabiri caizse hakikatten göğü delmek üzere günden güne yükseldikçe gökdelenler, yaşam alanları daralıyor. Evler küçülüyor. Kat sayıları artan bu binalar komşuluk kültürümüzü de kemiriyor gün geçtikçe. Yüzünü bile görmediğimiz komşularımızın, yalnızca kokularını duyuyoruz asansörlerde. Karşılaşsak dahi, bir “günaydın” diyemeyecek kadar uykulu oluyoruz ve zaten gün aymamış oluyor evden çıktığımız saatlerde. Bu çok katlı beton yığınlarına “modernlik” adı veriyoruz ve o dairelere sıkışmak için daha çok kazanmaya çalışıyoruz. Her ay bilmem kaç bin lira kirasını verdiğimiz yüksek bloklardaki akıllı evlerimizin, aşağıdan bakılınca bir milimetre gibi algılanan camlarından seyrediyoruz koca şehri. Yine yukarıdan bakılınca her şey küçük, belirsiz ve anlamsız. Çünkü yok olmakta şehir. Belli belirsiz uzanan boğaz yarıyor bir çatlak gibi İstanbul’u. Acaba, diyoruz, hâlâ umut var mı?

Sıkışıp kalmışken standartlaştırılmış hayatlarımızın içinde, ruhumuz daralma noktasına geldiğinde bir sebep aramaya başlıyoruz. Hem bir sebep hem de kaçış yolu:

“Beklemekten sıkılınca gelir. Aramaktan vazgeçersen bulursun.

Bulmak için aramak yetmiyor; hatta belki hırsla aradığım için bulamıyorum; hevesle beklediğim için gelmiyor.

Bırakmalı. Unutmalı.

İşte o zaman gelir. Kaybolan eşyalar, vefasız arkadaş, zihnin kıvrımlarında saklanan düşünce o zaman çıkar ortaya. Hatırlamaya çalıştığın şarkıcının ismi, aramayı bırakınca gelir aklına.”

Ertuğ Uçar’ın Bir Çift Ayak adlı romanında anlatıcı yalnız yaşadığı evinin duvarında oluşan çatlağın nedenini arıyor. Kitap, bildiğimiz kitaplar gibi 1. bölümden başlamıyor; geri sayım gibi düşünebiliriz. Sıfırıncı bölüm ile son buluyor. Sayfaları çevirdikçe okuyucuda bir merak uyandırıyor.


Bir Çift Ayak
Ertuğ Uçar
Can Yayınları

İnsanoğlunun kendi oluşturduğu beton yığınlarının içerisinde sıkışıp kaldığını, kalabalıklar içindeki yalnızlığını ve sistem kurbanı yaşayışını bir bilimkurgu imajı ile anlatmış yazar. Bir şehirleşme eleştirisi.

İsmini bilmediğimiz anlatıcı, yakın çevremizden biri olabilir. Evinde fark ettiği tuhaflığı ortaya çıkarmanın yollarını ararken karşılaşıyor bu çatlakla. Sahip olduğu ya da kendisine sahip olduğunu düşündüğü eşyalarından kurtularak bundan sıyrılacağına inanıyor önce. Bir bir fırlatıp atıyor, attıkça rahatladığını hissediyor. Sadeleştikçe farkındalığı artacak gibi.

Bir tablo asılı duvarda. Yatak odasının penceresinden şehri seyreden kırmızı elbiseli kadın tablosu ona bir şeyleri çağrıştırıyor. Her birimiz pencerelerin arkasında değil miyiz? Özgür ama tutsak.

Zihninizde canlanıyor her şey ve asıl anlatılmak istenenin etrafında önce birkaç tur dönüyor, sonra tam isabet doğru noktaya sabitleniyorsunuz. Bu kısa romanı, sebep-sonuç denklemini çözmeye çalışırken okuyup bir çırpıda bitirmenin aslında kolay olmadığını fark edeceksiniz. Yormuyor, düşündürüyor. Kitabı okurken kendi hayatınızla örtüşen noktalarda özeleştirinizi yapabileceksiniz. Bir Çift Ayak sonunda başka bir hayat mümkün dedirtecek.

Arka Kapak dergisi 16. sayı