Cemil Üzen
Fotoğraf: Leyla Görgeç Kaya

Önce kahve fincanının yanına yerleştirilmiş Kürk Mantolu Madonna fotoğrafını paylaşmak klişe oldu, sonra bu klişeyle alay etmek klişeleşti. Öte yandan, arkeolojik devirlerdekine benzer bir zaman kaymasını da yaşıyoruz. Nasıl ki Avrupa’da Paleolitik Çağ yaşanırken aynı devirde Anadolu’da Neolitik Çağ yaşanıyor idiyse, Kürk Mantolu Madonna’nın kimi okurları kahveli fotoğraf paylaşma çağını yaşarken başka bir grup okur da bu paylaşımlarla eğlenme, bir başka grup da bu eğlenen grubu sıradan ve sıkıcı bulma çağını yaşıyor.

Kürk Mantolu Madonna bir roman mıdır artık? Bir aksesuar mıdır? Ya da modası geçecek bir aksesuar mıdır? Bir meta olarak anlatının önce mahiyetinin, dolayısıyla kullanım değerinin değişimine, ardından bu yabancılaşma mahsulü yeni metanın da tekrar dönüşüme uğrayıp yeni bir kullanım değerine kavuşmasına şahit olduk. Peki, bu dönüşümün “öykü” ile bir bağını kurabilir miyiz? Neden yazımından on yıllar sonra Kürk Mantolu Madonna bu denli kıymete bindi? Zamanının çok ötesinde, çağdaşları tarafından anlaşılamayan, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ya da Tutunamayanlar’ın kaderini paylaşan bir metin olduğunu sanırım hiçbirimiz iddia edemeyiz. Ne oldu öyleyse?

Kitabın tekrar hatırlanmasında ve popülerleşmesinde Yapı Kredi Yayınları’nın gösterdiği muazzam çabanın elbette önemli payı var. Fakat Kürk Mantolu Madonna bir “pazarlama mucizesi” değil. Üstelik, her ne kadar öznel bir alan da olsa, edebi niteliği eleştirmenler arasında kabul görmüş bir eser. Sabahattin Ali’nin trajik yaşam öyküsü bu popülerleşmenin bir parçası olabilir mi peki? Satılan milyon adet kopyanın alıcılarının genel anlamda Ali’nin yaşam öyküsünü bilmediği ya da Ali’nin ideolojik çizgisinden uzak olduğu düşünülürse, sanırım sorumuzun cevabını burada da bulamayacağız.

Belki de meselenin öznesi olan, “altı çizilecek, sosyal medyada paylaşılacak cümle” avcısı yeni okur tipine kulak vermeliyiz. Raif Bey’in naif tavrından, kırılgan kişiliğinden, yalnızlığından ve Maria Puder ile tam da bir yalnızın hayal edeceği türden karşılaşıp âşık olmalarından etkilendiklerini görmek için şöyle hızlıca internette dolaşıp “Biriniz de Raif Efendi gibi sevemez miydiniz?” (Elbette soru ekini ve “de” bağlacını ayırmıyorlar!) diye dert yananları görmek yeterli. İnsanlar Kürk Mantolu Madonna’da “nostaljik” bir aşkı görüyorlar her şeyden önce. Nostaljiden anlamamız gereken bir şeyin eski olduğu için değil; yitip gitmiş, erişilemez olduğu için kıymete binmesidir. Bu noktada, bir tüketim metaı olarak aşkı yaşayan modern insanın “Nerede o eski hormonsuz domatesler?” türünden bir çelişkisini ve özlemini bu kitap üzerinde cisimleştirdiğini görmek mümkün. Sabahattin Ali’nin eserinde gerçekten o türden bir aşk var mıydı peki? Olup olmamasının bu noktada hiçbir önemi yok. Anlamın okurun zihninde kurulan bağıntılardan öte var olmadığını gayet iyi biliyoruz.

Aynı anda hem Kahraman Tazeoğlu’na hem de Sabahattin Ali’ye bayılan bu okuyucu tipinin bahsettiğimiz türden bir ihtiyacı hissedip Kürk Mantolu Madonna’yı okumaya giriştiğini elbette söyleyemeyiz. Dalgayı büyüten şeyin dalganın çıkış sebebi olmadığını biliyoruz; her ne kadar Kürk Mantolu Madonna “klasik” de olsa, dalganın bir gün sönümleneceği de aşikâr. Peki, dalgaya kapılarak okuyan, bir sosyalleşme ritüelinin parçası olarak eserle bağ kuran, temsil düzeninde bir tü- ketim nesnesi olarak eseri edinen okuyucunun okuma deneyiminin zihninde bıraktığı iz topyekûn önemsiz midir? Asla. “Çoksatar” edebiyatın niteliğinin o veya bu şekilde yukarı çıkması hem okuyucular, hem yazarlar, hem de yayıncılar için bir sıçrama tahtası niteliği taşıyor. Çoksatar kitaplarda hiç olmadığı kadar büyük bir irtifa kaybı yaşıyoruz. Bu nedenle, sebebi ne olursa olsun, Sabahattin Ali’yi o rafta görmek insanı mutlu ediyor.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 5.sayısında yayınlanmıştır.