İhsan Fazlıoğlu

Amaç, insanın eylemine hem yönünü verir hem de anlamını… Bu cümlenin mısdakını en iyi Kutbuddin Şîrâzî’nin (1236-1311) el-Tuhfet el-saʻdiyye adlı eserinin girişinde kaydettiği kendi yaşam öyküsü (otobiyografi) verir. Bu ben-anlatısı kitap merkezlidir; İbn Sînâ’nın el-Kanûn fî el-tıbb adlı eserini okumak, anlamak ve yorumlamak için çıkılan bir yol; bir kitap etrafında örülen bir kişilik… O kadar ki, anlamak için yola konulan bu eser yol boyunca Şîrâzî’nin yaşamının anlamı hâline dönüşmüş ve hayatı boyunca yönünü belirlemiştir. Kişinin âhir ömründe yaşam öyküsünü kaleme alması, kendi benini hikâye kılıp başkalarına anlatması, bir ömür kat ettiği yolun sonunda geri dönmeyi ve başa yürümeyi göze alması, alabilmesi demektir. Bu göze alış kişi için anlamlı, yönlü ve onurlu bir yaşam sürdüğü anlamına gelir.

Şîrâzî, kendi deyişiyle gençliğinden yaşlılığına bilginin tâlibi…; kendi için bilgi peşinde koşmanın yerine ikâme edilebilecek değerde bir arzu yok. Ona göre bu bir seçkinlik âlâmeti değil; tersine zekâ gibi, akıl gibi, imkân gibi kendine verilen nimetlerin şükrünün bir edasıdır. Edanın en ideal ifadesi “en hayırlı olmak”; bunun da tek şartı “insanlara en faydalı olmak.” “İnsanlara…” çünkü tıp biliminin de imlediği üzere ırk ve din farkı gözetmeksizin “en faydalı olmak…”; öyle ki, faydayı genellemek hayrı da tüm kılar, tamamlar.

Bir tıp ailesi Şirâzîler… O kadar ki, Şîrâzî’ye göre bir yerde insan var ise şehir vardır; bir şehir de yöneticiye, tabibe, suya ve pazara ihtiyaç duyar. Tıp ve tabip, şehir, dolayısıyla insanlık için olmaz-ise-olmaz bir koşul ise ne yapmalı? Şîrâzî’yi dinlemeye başlayabiliriz: “Çocukluğumdan beri uyku ve rahatlık haram… Okudum, öğrendim, gözlemledim, inceledim, denedim, tekrarladım; el becerimi geliştirdim. Tüm bu süreçte babam Mesud b. Muslih rehberim oldu. Tıp ile ilgili her şeyi topladım, atasözlerini bile. Teşhis koymada ünlendim. Babam öldükten sonra Şîrâz’daki daha önce babamın çalıştığı Bimâristân-i Muzafferî’de 14 yaşında göreve başladım (1250) ve on yıl burada çalıştım (1260).”

Şîrâzî’nin mâ-cerâsı tam da bu noktada başlıyor. Her şey yolunda gidiyor görünürken birden tıkandığını fark ediyor; bilgisinin tükendiğini, tekrara düştüğünü… Derhal dönemin en önemli tıp kitabı İbn Sînâ’nın el-Kânûn fî el-tıbb’ının Kulliyât adlı birinci kısmını, amcası Kemalüddin Kazerûnî ve bu eseri tedris etmekle meşhur Şemseddin Kîşî ve Şerefüddin Buşkanî’den okumaya başlıyor. Ancak susuzluğunu giderecek her hamle Şîrâzî için daha büyük bir susuzluk olarak geri döner; çöldedir ve su diye içtiği her şey kumdur; susuzluğu daha da artar…; yanmaktadır. Çünkü, Kânûn bahusus Kulliyât kısmı hem kadim hem de İslâm dönemindeki tıp ilmini içerdiğinden en zor eserlerdendir, hem anlaması hem anlatılması en zor eserlerden… Anlamak için şerhlere yönelir; ilk önemli şerhlerden sayılan Fahreddin Râzî’ninkini okur. Ancak bu şerh yazarın kendi seçtiği mesail üzerinde durmakta, konunun bütününü içermemektedir. Diğer şerhlere saldırır: Kutbuddin Mısrî’nin, Efdalüddin Hunecî’nin, Refiüddin Hillî’nin ve Necmüddin Nahcivanî’nin; ancak Şîrâzî’nin güzel ifadesiyle tüm bu şerhler Razî’nin konuştuğu yerde konuşur, sustuğu yerde susarlar; susulan yerde susuzluk tekrar sökün eder. Kana kana su içeceği pınar için yola çıkacaktır; kararlıdır. Ancak hedefini büyütür; amacını yeniler: Yalnızca Kânûn’u anlamak değil artık, daha anlaşılır da kılmak; bunun için ayrıntılı ve kuşatıcı bir şerh yazmak…

İlk hedef dönemin en önemli ismi, Merağa matematik-astronomi okulunun kurucusu, tahrir projesinin mucidi matematikçi-filozof Nasirüddin Tûsî… Tûsî, felsefî bazı sorunları çözse de, Şîrâzî’ye göre, felsefeye vakıf olmasına karşın teşhis koymada, tedavi etmede, ilaç yapmada vb. öteki tıbbî konularda hem becerikli olmadığından hem de tıbbî deneyime sahip bulunmadığından umduğunu veremez. Yine de Merağa’da ondan matematik bilimler, özellikle astronomi okur; Rasathane’de çalışır. Artık Şirâzî kararını vermiştir: “Kanûn seyahatlerine çıkmak”… Önce Tûsî ile birlikte Bilâd-i Horasan’a gider; bu yolculukta Şîrâzî bir daha geri dönmez; başka bir deyişle Tusî’yi terk eder ve Cüveyn’e geçer; orada ünlü filozof Necmeddin Kazvinî’nin yardımcısı (muîd) olur. Daha sonra Kazvin’e gider ve Alaüddin Tavusî’nin öğrenciliğini yapar. Akabinde Irak-i Acem’e, muhtemelen Isfahan’a gelir; sonra Irak-i Arap’a yani Bağdad’a uğrar; bir müddet kalır ve buradaki Nizâmiye Medresesi’nde eğitim görür. Ardından Bilâd-i Rum’a, yani Anadolu’ya yönelir. Konya’da Celâleddin Rûmî ile görüşür; Sadreddin Konevî’ye öğrencilik yapar; Kayseri’de tabip olarak çalışır; Sivas Gök Medresesi’ne hoca olarak atanır; XIII. yüzyılın en önemli astronomi eserlerinden Nihâyet el-idrâk fî dirâyet el-eflâk ve el-Tuhfet el-şâhiyye fî ilm el-hey’e’yi bu şehirde kaleme alır. Malatya’da bulunur. Anadolu kadısı olarak atanır; Akdeniz ve Karadeniz kıyılarının haritalarını çizerek 1290’da Argun Han’a sunar.

Tüm bu koşuşturmalar arasında Kânûn’a ne oldu? Şîrâzî için bu yerlerde bulunmasının varlık nedeni Kanûn’dur. Şöyle der: “Gittiğim her yerdeki hâkimler ve tabibler ile bir araya gelip Kânûn üzerine tartışmalar yaptım; bu vesile ile onların tespit ettikleri, ancak benim bilmediğim pek çok nükteyi öğrendim.” Sonuç? Ne yazık ki, Şîrâzî ümitsizdir; çünkü tüm bu seyahatler ve emeklerden sonra “Hala bilinmeyenler, bilinenlerden çoktu.” Bu nedenle denklemin bir çözümü de yoktu; daha yapılacak çok ama çok iş vardı. Tam da bu zaman diliminde beklediği fırsat ayağına gelir: İlhanlı hükümdarı Ahmed Teküdar, Memluklular ile dostane ilişkiler kurmak için iyi niyetinin bir ifadesi olarak dönemin en tanınmış âlimlerinden biri olan Şîrâzî’yi 1282 yılında Mısır’a, el-Melik el-Mansur’a elçi olarak gönderir. O da bu fırsatı iyi değerlendirir; Mısır’da Kânûn’un şerhlerinin peşinde koşar; çünkü bu yüzyıl Memluk tıbbı gelişiminin zirvesindedir; Abdurrahim Dehvâr’ın öğrencileri Şam ile Kahire arasında son derece etkindirler. Şîrâzî, Mısır’da Dehvâr’ın en ileri gelen öğrencisi ve İslam medeniyetinin en önemli Kânûn uzmanı, küçük kan dolaşımının kâşifi filozof-tabib İbn el-Nefîs (ö. 1288) ile görüşür ve belki de birlikte çalışır. Nitekim Şîrâzî burada bulduğunu söylediği üç tam şerhten ilk olarak İbn el-Nefîs’in eserini verir. İbn Nefîs Kânûn’u hem tümüyle şerh etmiş hem gözden geçirerek el-Mucez adıyla özetlemiş hem de Şerh el-teşrîh el-kânûn’u yazmıştır. Diğer iki şerh Yakub el-Samirî ve İbn el-Kuff’undur. Şîrâzî, söz konusu üç tam şerh yanında Mısır’da Kânûn ile bir şekilde ilgili yazılı ve sözlü hemen hemen tüm materyali de gözden geçirir.


Bir tıp ailesi Şirâzîler… O kadar ki, Şîrâzî’ye göre bir yerde insan var ise şehir vardır; bir şehir de yöneticiye, tabibe, suya ve pazara ihtiyaç duyar. Tıp ve tabip, şehir, dolayısıyla insanlık için olmaz-ise-olmaz bir koşul ise ne yapmalı?


Ben-anlatısının tam da bu yerinde Şîrâzî ilk defa kandığını, çölün vadilere dönüştüğünü, kumların derya haline geldiğini söyler. Şöyle devam eder: Bu eserleri inceledikten sonra nûn’a ilişkin kafamda bulunan tüm sorunları çözdüm ve rahata erdim. Artık elimde bilgi vardı; bilginin olduğu yerde de dedikoduya yer yoktu. Artık emindim ki, Kânûn hakkında sahip olduğum bilgiler Dünya’da başka kimsede mevcut değildi. Bu nedenle ben de şimdiye değin karşılaştığım zorlukları çözüp metni daha da anlaşılır kılmak için bir şerh yazmaya karar verdim. Şîrâzî ben-anlatısı içinde hem takip ettiği ayrıntılı bir şerh yöntemi verir hem de doğrudan ya da dolaylı kullandığı tüm kaynakların dökümünü… Bu noktadaki vurgusu çok önemlidir; dinliyoruz: Bilgi için en zararlı cümle “Öncekiler, sonrakiler için (söyleyecek ve yazacak) hiçbir şey bırakmadılar.” Bu cümle insanları öğretimden alıkoyar ve özellikle sonrakiler, öncekilerin dedikleri ile yetinmeye başlarlar. Halbuki, muhtelif ilim dallarında yaratıcı olan kişilerin küçük de olsa farklı bir katkısı her zaman mümkündür.

Yaşadığı yüzyılın en önemli İşrâkî filozofu, matematikçi, astronom, dilci, müfessir, hanende ve sazende, aynı zamanda bir müzik nazariyatçısı, ünlü şair-düşünür Sadi Şîrâzî’nin kuzeni, Anadolu’daki matematik bilimlerin kurucu ismi tabib allâme Kutbuddin Şîrâzî, eserini 1282’de yayımlar ve ilginç bir olaya neden olur: Emeğini takdir eden tabibler ve alimler, şerhinin daha mükemmel hâle gelmesi için görüşlerini bildirir, tecrübelerini paylaşır ve elden geldiğince yardım ederler; bu süreç Şîrâzî vefat edinceye kadar devam eder. Sonuç dikkat çekicidir: Şîrâzî, ölünceye değin bu hacimli eserin [Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya nr. 3649-56, 8 cilt, 1.901 yaprak (3.802 sahife)] iki sürümünü daha hazırlar; ek yaparak, yenileyerek. Son sürümü, 1311’deki ölümünden iki buçuk ay önce tamamlar. Şîrâzî ki, ömrünü bir kitaba adadı; kendi mâ-cerâsı da bir kitaba dönüştü, bir kitap oldu.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 5.sayısında yayınlanmıştır.