Ahmet Nezihi

Ötelere gidişinin 50. Senesinde okuruna haz vermeye devam eden Refik Halid’in aziz hatırasına…

Hikâye 1949‘da Sedat Simavi’nin Hürriyet’te yayımlanmak üzere Refik Halid’den bir roman istemesiyle açılıyor. Bu istek imzaladıkları yılda iki romanlık anlaşmaya dayanıyor ve Refik Halid’de nasıl bir şey yazsam derdi tavan yapmış durumda. Tesadüf bu ya, tam o sıralar, tanıtınca hatırlayabildiği bir eski ahbaba rastlıyor. Laf lafı açıyor ve o ahbap bir uzak gemi yolculuğundan bahsediyor. Bir prensesle tanışmış, yolculuk Hindistan’a. Prenses, Sultan Murad’ın torunu ve o diyara koca bulmaya gidiyor. Evleniyor da orada. Ama sonra, İkinci Dünya Savaşı içinde Paris’te vefat ediyor. Hepsi bu. Ama o oturuyor önce prensese bir ad veriyor, daha doğrusu uyduruyor: Nilgün. Sonra başlıyor yazmaya.

Roman 1950-52 arasında üç ciltte yayınlandı. Teklif “Osmanlı Prensesi Nilgün”dü ama Simavi’nin aklında “Türk…” olarak kaldığı ve böylesi Refik Halid’in de hoşuna gittiği için o adla çıkmaya başlamıştı. Ardından Mapa Melikesi Nilgün ve Nilgün’ün Sonu ciltleri geldi. Günümüze kadar defalarca basıldı.

Nilgün’ün basit özeti vapurda romantizmdi. Kocasından ayrı yaşamak isteyen gözü kara bir kadınla onun erkek versiyonu Ömer’in hikâyesiydi bu. Aralara da hanedanın âkıbeti; gittikleri yerlerde çeşitli oyunlara alet edilmeleri, fırsatçı ve sahte hanedan mensupları giriyordu. Yazar, egzotik dünyaya ilgisini çok serbest kullanarak kurmuştu hikâyesini. Genç karısı Nihal, ‘Ömer’de ve Nilgün’de Refik Halid’in karakterinin de ruhu vardır’ dediğine göre hikâye daha da tatlanıyor. Nihal’in kastettiği şey kimseye eyvallahı olmayan ruhtu.

Filmi de yapılmıştı Nilgün’ün. Romanla alâkası zayıftı, eleştirildi fakat romana rağbeti etkilemedi. Bilakis, el ele verip en başta Nilgün adını yaygınlaştırdı. Hanedanın ad koyma teamülünü bilmemesi mümkün değildi Refik Halid’in; padişah kızlarına Arapça kökenli isimler verilir, onlar da kendi kızlarında bu geleneği devam ettirirlerdi. Farsça adlar cariye kökenlilere ayrılmıştı. Nilgün adı yeni, modern, sevimliydi. Bilinçdışı prenseslik, hatta hanedan özlemine karşılık geldi. Prensesliği, Osmanlı prensesleriyle birleştirerek yeniden sevimlileştirdi. Devir de buna hazırdı. Nilgün’ün Sonu geldi, Osmanlı/Türk prenseslerine yurda dönüş affı çıktı: 1952. Osmanlı şehzade ve sultanlarının gurbet ellerde eriyen hayatlarını okuyan okurlar, Refik Halid’in de sürgünlerde gurbet kahrı çekenlerden olduğunu biliyordu. Oluşan bu kamuoyu DP iktidarının af tasarrufunda elini artırmıştı.

Nilgün’ün gerçekte kim olduğuyla ilgilenmemişti Refik Halid. Bir yığın meşguliyeti vardı. Yaratıcı muhayyilesi için ilave malumat da gereksiz zaten. İşin aslını sonradan öğrendi. Gerçek olayla daha sakin vakitlerinde ilgilenebilmişti. O arada romanı/ları iştiyakla takip eden saf ve düşünceli okurlar ellili yaşlarını süren romancıya, prensesi soran ondan itiraf bekleyen mektuplar yazdılar. Nilgün’ün kim olduğunu son cildin neşrinden iki sene sonra açıkladı. Sonunda okurlarının “arzularını yerine getirme(ye)” karar vermişti. “Rahmetle anmak vesilesini bulduğuma memnun olarak hakikî prensesin hüviyetini bildireceğim, bunu bilâhare öğrendim.”

Ahbabın yol arkadaşı prenses, V. Murad’ın torunu Selma Hanım Sultan’dı. Refik Halid bu ismi Avrupa’da geçerli hanedan protokol kurallarına göre zikrediyordu: Prenses Selma. Osmanlı protokolüne göre, Beşinci Murad’ın kızı Hatice Sultan’la Damad Rauf Beyefendi’nin evliliğinden olan Selma Hanım Sultan. Padişah kızları Sultan, kızlarının kızları Hanım Sultan unvanı almaktaydılar.

1924 sürgünü üzerine Hatice Sultan diğer çocuklarıyla birlikte on üç yaşındaki Selma’yı da alarak Beyrut’a yerleşti. Hanedan mensupları saray dışındaki hayat tecrübesinden mahrumdu. Erkekler buldukları işi yapmak zorundaydılar. Kızlara ise Mısır yahut Hindistan prensleri (mihraceler) talipti. O diyarlardan bir haber gelir prenses gelin giderdi. Refik Halid’in “Rivayete göre afacan bir kızmış” dediği Selma Hanım Sultan’ın yirmi beş yaşında evlenmek üzere çıktığı seyahatin arkasında böyle bir geçmiş vardı.

Prenses yaşadıklarından ne oranda söz etmişti yol arkadaşına, o ne kadarını nakletmişti Refik Halid’e? Hatırında ne kalmışsa o kadarını veya bir kısmını mahrem tutarak. Bilmiyoruz. Nakleden Osman Aykut dinleyen Refik Halid. Onunla yıllar önce Halep’te tanışıp görüşmüştü. “Uzun boylu, asil çehreli –ne karın ne kalça- filiz, fidan gibi, daha makbul bir tâbirle tığ gibi bir delikanlı. (…) Şimdi parmağındaki iri ve acayip taşlı yüzüğü, göbeğinin üstünde katmerlenen gabardin pantolonu, Frenklerin ‘cirard’ dedikleri haykırıcı ve göz kamaştırıcı kravatı, bütün eşkâli ve haddinden fazla şişkinliği ile kalantor bir kuyumcuyu andır(maktadır).” Bu tipleri ilginç bulur ve sever Refik Halid, Nilgün’ünü Osman Aykut’a ithaf etmesi bundan.

Aykut, Meclis-i Maliye azasından Muhittin Bey’in oğluydu. Ama Kılıç Ali’nin oğlu Altemur Kılıç, annesinin üç kardeşinden biri olan Osman dayısını anlatırken başka sırlar da vermektedir: “Ailenin problemli çocuğu, İngilizlerin ‘Black Sheep’ yani Kara Koyun dedikleri, hemen hemen her ailede rastlanan problem evlatlardan. (…) Bir Osmanlı prensesi ile macerası olmuş. Refik Halit’in Nilgün romanının kahramanı o!” Dayı bunları Refik Halid’le paylaşmış olabilir olmayabilir. Onun açısından değerli olan Osman Aykut’u (ve anlattıklarını) ilgi çekici bulmasıdır. İki “afacan”ın, varsa bile, ‘gerçek’ gönül macerasını anlatmak değil.

Selma Hanım Sultan talibi Seyyid Hüseyin Sâcid’le 1938’de Hindistan’da evlendi. Sâcid, Kutvâre (Kotwara) nevvâbı, yani hükümdar nâibiydi. Hanım Sultan bir sene sonra ondan hamile kaldı. Doğum için ülkenin sağlık şartlarından endişe ettiğini ileri sürdü. Asıl niyeti, boşanmasa da, onu terk etmekti. Nevvâb ona bu imkânı verince haremağası Zeynel’le Paris’e gitti. Kenize (Rajkumari Kenize de Kotwara) adı verilen kızını burada dünyaya getirdi. Ardından rahatsızlandı ve kızı henüz bir buçuk yaşındayken, muhtemelen doğum sonrası zatüreeden, yirmi yedi yaşında öldü. Sene 42’ydi, baba Hindistan’da, Fransa Nazi işgalindeydi. Zeynel hastanede anne-kızın başında beklemişti. Hanım Sultan’ın vasiyetine uydu; babaya çocuğun ölü doğduğunu, karısının da geçirdiği rahatsızlıktan kurtulamayarak öldüğünü bildirdi. Sonra prensesi kucağına alıp tarafsız ülke İsviçre Büyükelçiliğine götürdü. Kimsesiz çocuklar buraya bırakılıyor, oradan yetimhanelere dağıtılıyordu. Kenize’nin kimliğini öğrenen elçinin eşi onu dağıtım dışı tuttu ve savaş sonuna kadar bir yaşındaki oğluyla birlikte büyütmeye karar verdi.

Savaş bitti ebeveynin tayini çıktı. Kenize’yi, çok istedikleri halde evlat edinemeyince rahibeler okuluna teslim ettiler. Sonra başka okullar başka aileler. Kenize uyumlu bir çocuk olduğu halde ne aileleri ne okulları kabullenebildi. Onlara göre doğru olan gerçek ebeveyniyle ilgisini keserek büyümesi; din, dil, kültür bağlarını yaşadığı ülkeyle kurmasıydı. Kenize’ye ise asıl yanlışın bu olduğunu düşünüyordu. Üniversiteyi bitirdi, başarılı olduğu işlere girdi ve bu arada adı Fransa’nın önemli gazetecilerinden biri olarak anılmaya başladı. Sıra onlara, annesini ve 21 yaşında buluşabildiği babasını tanımaya gelmişti. Romanlarını yazdı onların. Daha İsviçre elçiliğine teslim edildiği günlerde, annesi Selma Hanım Sultan’ın kuzeni Orhan Efendi (II. Abdülhamid’in oğlu Abdülkadir Efendi’den torunu) gelip onu almak istemiş ve kendini “De la part de la princesse morte” (Mütevaffa prensesin yakîni) diye tanıtmıştı. Annesinin sadece yakîni olabilen Kenize romanına bu adı verdi. Fransa’daki ilk neşrinden (Kenizé Mourad, De la part de la princesse morte, Paris 1987) bu yana başta Fransa olmak üzere 40’tan fazla ülkede defalarca basıldı. 30’un üzerinde dilde yayınlandı, milyonlarca okuyucuya ulaştı. Türkiye’deki ilk yayıncısı Türkçe çevirisini neşrederken bir anlam ifade etmeyeceğini düşünmüş olmalı ki o adı Saraydan Sürgüne yaptı (İsis, İstanbul 1990). Yeni adla birlikte onun, Kenize’nin, arkasındaki bütün hikâyenin de gittiğini fark etmemişti. Bu ad müteakip baskılarda da yapışıp kaldı. Son baskılarda yazar isminin yazılışı da değişmeye başladı. “Murat” evvela Murad’a ardından Mourad’a evrildi. Fransızca yazımını tercih ettiler desek o takdirde adı da Kenizé yapmaları gerekirdi. Aldırmadılar. Babanın anlatıldığı romanda aynısı oldu (Kenize Mourad, Bir Devrimin Ruhu: Begüm, Everest, İstanbul 2014). Oysa Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak adı soyadı Kenize Murad’dı.

Nilgün
Refik Halid Karay
İnkılâp Yayınları

Bütün bunlar ayrıntı mı? Olabilir. O, ‘Yalnızlık ve kimsesizlik kenz’imin açılması içindi’, der ise buna kim itiraz edebilir. Bugün olsa, Refik Halid, yeğen Altemur Kılıç’ın hele şu anlattıklarıyla kurguyu tamamlayıp ve bir koca cilt de Osman Aykut için yazabilirdi. Anne tarafı Aykut’tan arada bir haber, hatta para almıştı. Kalküta’da Bara Club adlı bir kulüp açarak iyi para kazanmış, sonra İstanbul’a gelip Cihangir’de bir otel açmış ve evlenmişti. Ama ardından yine herkesi şaşırtıp çekip Avustralya’ya gitmiş, öldüğü haberi de oradan gelmişti. “Kim bilir belki bir yerlerde çocukları ve torunları yaşıyordur!”

Mutasavver Aykut’u bıraktık diyelim. Peki 1954’te çekilen Nilgün filmini, Erika Remberg’le Cüneyt Gökçer’i hatırlayarak, Refik Halid’i bir daha yad etsek. Şimdi Kenize Murad’ın filmi yapılsa desek… “Afacan” annenin sakin kızı Kenize dışarıya karşı zarif ama cesur, mücadeleci bir karakter. Mizacını babadan almış olmalı. Godard sinema ‘ne hayat ne de sanattır, ikisinin arasındadır’ diyor. Adı Godard’la anılan Anna Karina, Kenize’yi alsa ve hayatıyla sanatından şöyle ikisinin arasında bir film yapsa. Hatta aynı yaşta (75) olduğu Kenize’yi kendisi oynasa, afişte de, Nilgün gibi, bizden bir ad olsa… Lafı uzatırsak Osman da oynasa, o da ‘Benim ve annenin bütün afacanlıklarımız seni bulmak içindi; gel yaşlarımıza değil yarınlarımıza bakalım, hem fırsat buldukça Refik Halid de okuruz’ dese…

Vazgeçtim, melodram oldu. İşi ehline bırakmalı.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 4.sayısında yayınlanmıştır.