M. Oğuzhan Çelik

Dünya dediğimiz yer sahnelerden ibaret aslında. Her insan doğumuyla beraber, diğerlerine hiç benzemeyen, yepyeni, biricik sahnesini kurar ve orada varlık göstermeye başlar. Işığıyla, dekoruyla; yazılan, çizilen, okunan, söylenen tüm argümanlarıyla bir parmak izidir aslında bu. Kimi kendi kurduğu bu sahnede bir türlü istediklerini ortaya koyamazken kimi öyle bir imza atar ki, kendinden sonra bile o sahne tüm ışıltısıyla var olmaya, birilerine ışık saçmaya devam eder.

İşte 1925 yılında, İzmir Menemen’de kurulan bir sahnede, ilk olarak şiirler söylenmeye başlandı. Ardından romanlar okundu, filmler gösterildi, gazeteler sergilendi, eleştiriler yapıldı. Ve her güzel sahnenin sonunda olduğu gibi, final yine müziğe ayrılmıştı.

Sahne kurulduktan 47 yıl sonra sıra müziğe geldiğinde, 1972 yılında, önce Hümeyra çıktı sahneye. Yumuşacık bir sesle, ön planda duyulan gitar eşliğinde herkesin mıh gibi aklında tuttuğu bir şarkıyı mırıldandı: “Ben Sana Mecburum.”

Biraz zaman sonra, 1981’de bu kez sahne sırası Nur Yoldaş’taydı. Ergüder Yoldaş’ın bestesiyle bir anda o hüzünlü hava, tatlı bir tebessüme bırakmıştı yerini “Sultan-ı Yegâh” la.

1982’de bu kez müthiş bir orkestrasyonla “Karantinalı Despina” şarkısı duyuldu. Perdenin arkasından görünen isimse, bembeyaz piyanosunun başında en karanlık sahneyi bile aydınlatabilecek bir yakamozdu: Timur Selçuk.

1984 yılında sıra Alpay’daydı. Bir Selim Atakan bestesi olan “Üçüncü Şahsın Şiiri”; piyano, bas gitar ve akordeon eşliğinde aşkın en acı halini hissettiriyordu dinleyenlere.

Bunca güzel şarkının içinde zaman su gibi akıp giderken, 1986 yılı, belki de bu sahnede en uzun süreyi alacak olan “Ahmet Kaya” yı getirdi mikrofonun başına. O yıl söylenen üç şarkı; “An Gelir”, “Sen İnsansın” ve “Lili Marlen Türküsü” olmuştu. 1987’de “Tut Ki Gecedir” le ateşlenen sahne, 1991’ de meçhul bir sevgiliye söylenebilecek en güzel şarkıyla devam ediyordu: “Sen Benim Hiçbir Şeyimsin.” Tüm bunların üstüne, 1992’de ise öyle bir şarkı çalmıştı ki Ahmet Kaya, “Böyle Bir Sevmek” görülmemişti.

1993’te Kerem Güney “Sisler Bulvarı” şarkısıyla sahneye çıkmışken, aynı yıl Ahmet Kaya yine bir fırsatını bulmuş ve o “Mahur Beste”yi çalmayı ihmal etmemişti.

1998’e gelindiğinde, su gibi sesiyle Zuhal Olcay, bir Vedat Sakman şarkısına hayat veriyordu. Tüm ayrılanlar için tutunacak bir daldı sanki bu şarkı. Öyle ya, “Ayrılık Sevdaya Dahil” di.

Sahne sırası Yaşar’a gelmişti bu kez. 2001’de “Belki Gelmem, Gelemem” şarkısının ritmiyle herkesi coşturan sanatçı, 2005’e gelindiğindeyse bir “ağustos çıkmazı”na sürükledi herkesi, “Beni Koyup Gitme” diyerek.

Son bir isim kalmıştı geriye. Sahneye en çok yakışacak isimdi belki de. 2005 yılında usulca aramızdan ayrıldığı için, şarkısı 2006’da eski kayıtları arasından çıkarılıp dev ekranlarda sunulmuştu izleyenlere: Kim mi? Tabi ki Kazım Koyuncu ve “Askıda Yaşamak.”

1925’te sahneyi kuran kişi, tüm o şiirlere, senaryolara, romanlara, eleştirilere ve gazetelere hayat vermekle kalmamış, aynı zamanda Türk müziğinin en ihtiyaç duyduğu yıllarda, şiirleriyle onlarca şarkıyı, onlarca müzisyeni beslemiş, hep mırıldandığımız, her sızımızda anımsadığımız, unutulmaz ezgilere de ilham vermişti. Her ne kadar 2005 yılının bir ekim günü sahneden ayrılmak zorunda kalsa da, kurduğu sahnede bu güzel anlar devam ediyor ve hep devam edecek.

Teşekkürler Attilâ İlhan…

*Attilâ İlhan’ın bestelenmiş daha onlarca şiiri bulunmakta. Fakat bu yazıda yalnızca 17 esere yer verilmiştir. 

Arka Kapak dergisi 30. sayı