Nilüfer Altunkaya

Veranda Öykülerinin Alakarga Sanat Yayınları tarafından sağlığında yayınlandığı bütünlük içinde yayınlanmasından sonra Aylak Adam Yayınları da Ne Denizsiz Ne Tütünsüz adıyla farklı Melville öykülerini derleyerek Türkçe’ye kazandırdı. Böylece Herman Melville öykülerine dilimizde daha derli toplu bir bakışla yaklaşabilmemizi sağlayacak iki öykü kitabına kavuşmuş olduk.

Bu yazıda ele alınacak olan Veranda Öyküleri, 1856 yılında yayınlanır. Melville’in büyük umutlar bağladığı ve sağlığında yayınlanan tek öykü kitabıdır. Fakat Amerikan Edebiyatı’nın o günkü ortamında sessizlikle karşılanır ve yazarın büyük romanı Moby Dick’ten önceki hayal kırıklığı olur.

Oysa Veranda Öyküleri Melville’in yazarlık serüveni açısından önemli bulgular içeren öykülerden oluşmaktadır. Örneğin, öykülerdeki çoğul bakış açısı, onu çağının çok ötesine taşıyacak olan ‘mutlak gerçeklik’ten sıyrılışının habercisidir. Herman Melville, yazarlık serüveniyle birlikte yaşam deneyimi de derinleştikçe insanı en somut haliyle kuşatabilecek gerçekliklerin arayışını sürdürecektir. Ne var ki henüz ‘öteki’nin duyumsanması ve gözlemlediği doğal çevreden beslenerek evrenselliğin nasıl keşfedebileceğinin arayışı aşamasındadır. Bir ‘öteki’ vardır ve bizim onu gördüğümüz yerden o da bize bakmaktadır. Veranda adlı ilk öykünün kahramanı, işte bu ‘öteki’liği ‘vardıkça ulaşılamayan’ bir mutluluk özlemi gibi duyumsar.

Alegorik üslubun betimlemeyle zenginleştiği ve metaforun kurmacanın ana unsuru haline geldiği bu öyküden Melville’in ölümsüz kahramanı Bartlebye geçiş oldukça keskindir.

Bartleby, bir kent öyküsüdür. Yazar, bu ölümsüz kahramanıyla denizin acımasız dünyasından karaya ayak basarak 19 yy. New York’unu farklı bir bakışla anlatmaktadır. Bu ünlü Herman Melville öyküsü, Heiddeger’in ‘iradenin iradesi’ kavramının bir sıra dışı kâtipte vücut bulmasının öyküsüdür, sanki. Bir hukuk bürosuna gökten iner gibi düşüveren bu adamın kendini hiçliğe adamasını anlatır. Elbette Weber’in ‘demir kafes’ olarak kavramsallaştırdığı bürokrasi, Bartleby’in ‘varlık ve hiçlik’ sınırındaki olumsuzlamasını duymayacaktır. Toplumcu yararcılığın ve pozitivist akılcılığın insanı yaptıklarına indirgeyen anlayışına karşı ‘yapmamayı tercih eden’ Bartleby ile Herman Melville, klasik modernizme yönelik eleştirel bakışını muazzam şekilde ölümsüzleştirir. Bartleby ile kent yaşamının bürokratik sınıfı, işleyen çarkların arasına sıkışmış bir demir leblebinin direnciyle karşılaşacaktır ve hiç değilse onu yeniden dönüştürememenin çaresizliğini yaşayacaktır.

Bu noktada Melville’in yaşadığı döneme şöyle bir göz atarsak; Endüstri Devrimi’nin ve Avrupa Modernizmi’nin şekillendiği bunların yanı sıra Amerikan ütopyasının temellendiği yıllardır. Bilindiği gibi sömürgecilik zihniyeti, coğrafi keşiflerle hammadde arayışını okyanuslar ötesine taşımak niyetindeydi. Köklü dönüşümlerin yaşandığı o yılların ‘büyük roman’ı, bu iç içe geçmiş sosyal yaşantılar içinde özne-toplum diyalektiğini kaleme alan yazarlar tarafından yazılacaktır. İşte Melville’in de bu yazarlardan biri olmasını sağlayan en önemli yanı, hiç kuşkusuz denizcilik yaptığı yıllardaki gözlemlerini ayrıntılı bir gerçeklikten özgün bir düşselliğe dönüştürmeyi başarmasıdır. Çünkü Melville, farklı coğrafyaların farklı halklarının yaşantılarını denizciliğin kültürel yapısı içinde ve bir geminin organik bütünlüğüne dayandırarak anlatır.

Benito Cereno, adlı öykü iki farklı gemi ve iki kaptan açısından iyi-kötü diyalektiğini, beyaz-siyah, biz ve diğerleri gibi çatışmalar ile birlikte ele alır. Bu hacimli öykü Poevari bir gerilimle işlenmiştir. Yazar-kahraman bakış açısının yanı sıra anıya yaslanan anlatımı davranışsal psikolojinin ipuçlarıyla bezenmiştir. Bütün bu nedenlerle de bu öykü Melville’in farklı biçimsel olanakları kullanarak özgün üslubunu duyumsattığı öykülerindendir. Görünenin ardında saklı olan görünmeyen gerçeklik, bir hakikat arayışı gibi boyutlandırılır. Ve zamansal sıçramalarla ‘zenci’nin yarattığı umutsuzluğa ‘beyaz’ın çaresizliğinden bakılır.

Efsunlu Adalar’da ise türler arasındaki geçişler kadar ayrıntılı betimlemelerle kurulan coğrafi gerçeklik de dikkat çekicidir. Her bölüm kendi mitosunu anlatırken yazar, bakir doğaya götürür okuru. Böylece sömürgeciliğin çorak adalarındaki ‘efsunlu’ yaşamlara medeniyetin rıhtımından bakmamızı sağlar.

Çan Kulesi adlı öyküde anlatılan bir yapının kurgulanışı sonra da simgeselliğini aşarak insanı kuşatışıdır. Böylece çan kulesi, çan kulesi olmaktan çıkar. Büyü ve metalin geçmiş zamanlardaki hikâyesine dönüşür. Bannadonna’nın ihtiraslı hayatına sımsıkı sarılmasını sağlayan ve sonunda ölümüne neden olan kaderin ayak sesleriyle çınlar kule…

Sonuç olarak E.M. Forster’in ‘ermiş yazarlar’ kategorisine soktuğu Herman Melville’in öykülerindeki indirgenemez ve yeniden üretilemez üslubuyla da bu sıfatı fazlasıyla hak ettiğini söyleyebiliriz.

Evet, naçizane önerim şudur ki; Melville ile uzun bir yolculuğa çıkmadan önce karmaşanın içindeki mükemmel sükûneti duyumsayın. Ve Veranda Öyküleri’ni yaşamın güvertesine bağdaş kurarak okuyun.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Veranda Öyküleri – Herman Melville
Alakarga