Volkan Zamanoğlu
Yemek kokusu, kek hamuru, kurabiyeler ve süt: Sırça Fanus’un içindeki renk ve gürültü. Oysa nefes alamayan ruhun isteği; Sırça Fanus’un dışındaki karanlık ve sessizlik. Fakat bu kolay değildir ve Sylvia Plath ile Esther Greenwood’un ortak yazgısını oluşturur.
Sylvia yazar, Esther onun mürekkebiyle can bulan kahramandır. İkisi de genç yaşta burs alarak Londra’ya gelen, asla evlenmek istemeyen, annelerinden nefret eden, “her şey olmak” istedikleri için şair olmaya karar veren kadınlardır. “Namus”un sadece kadınlar için söz konusu olması, ikisini de çileden çıkartır. İkisi de Almanca öğrenmek isteyip vakitsizlikten yakınır. Betimleme yaparken yemeklerden ve kokularından yararlanırlar. En çok evi toplarken, kek yaparken ve aynı elbiseyi giyerken hayale dönüşürler. Edebiyata dair hırsları, çırpınışları, yaşadıkları olumsuzluklar ve üretememenin sancısı aynıdır. Bir yüzü hayata, diğeri yazıya bakan aynanın yansımasıdırlar. Öyle ki Esther roman yazmak istediğinde kahramanının adını Elaine olarak tasarlar ve şöyle der: “Kitabın kahramanı ben olacaktım ama elbette maskelenmiş olarak. Adım Elaine olacaktı. Elaine. Harfleri parmaklarımla saydım. Esther’de de altı harf vardı. Uğurlu bir rastlantıydı bu.” Yansımanın diğer yüzünde uğurlu bir rastlantı olarak Sylvia durur. Sylvia, altı harftir. Esther’in maske olduğu…
Sırça Fanus
Sylvia Plath
Kırmızı Kedi Yayınevi
Büyük eserlerin yazarlarından intikam aldığı, kaderin kurgusunun romandan çok daha kusursuz olduğu dünyamızda, Sylvia ile Ted’in öyküsü, Esther ile hayatındakilerin öyküsünden güçlüdür: Edebiyatla yaşayan iki insan olarak yollarını birleştirdiklerinde, her şey güzeldir Sylvia ve Ted için. Fakat sonra, Ted’in başarıları giderek artarken Sylvia’nın çocuklarına bakıp yemek yapan bir kadına dönüşmesi, huzuru uzaklaştırır. Ardından Ted’in başka kadınlara yönelmesi, Sylvia’nın eşine ve çocuklarına bakarken yazıp üretememesi, uçurumu derinleştirir: “Öyle kenardayım ki!”
Kendinin de bir kahraman olduğunu bilir Sylvia ve o günleri şöyle anlatır: “Hikâye: Şiirlerinde aşktan, tutkudan bahseden şair kocası olan bir kadın – kibir ve neşenin ateşi geçtikten sonra – bir de bakar ki kocası (arkadaşlarının sandığı gibi) onun hakkında değil hayallerinin kadını ilham perisi hakkında yazmış!” Yıkımı olur bu Sylvia’nın. Sevdiği adamın şiirlerinde kendini bulamadığında uçurumun kenarından taşlar düşer.
Yıpratıcı nice kavgadan sonra ayrılırlar. Sylvia, tıpkı kahramanı gibi türlü ölüm yolları dener. İçinden gelene en çok yaklaştığında, bileğini zayıf bulduğu için damarlarını kesmeyi başaramaz. Daha derindeki bir şeyi yok etmek istediğine karar verir. Uyku hapları alır, olmaz. Kendini küvete, denize bırakır; yetmez. Esther’e de yetmez hiçbir zaman. Kendi iradesiyle öleceğini bilir, fakat onca teşebbüse rağmen başaramaz. Hastaneye yatırılır, elektroşok tedavilerine maruz kalır; acı çeken, sonu olmayan, ölmeyen ve yaşamayan zayıf bir bedene dönüşür. “Sırça bir fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkılıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir rüyadır.” der. “Uyuyamıyorum. Okuyamıyorum.” ikisi için de ortak bir feryattır.
Bu canhıraş kavganın ortasında Esther, Katolikler için intihar etmenin büyük günah olduğunu fark eder. Bize intihar etmeyi yasaklayan din, bizi bunca acıya rağmen kendini öldürmekten alıkoyacak yöntemleri de geliştirmiş olmalı diye düşünür. İntiharı yasaklıyorsa, hayatta tutacak olan odur. Fakat din dediğimiz şeyin, ilgiyi kestiğimiz anda içimizden uzaklaştığını da fark eder bu sırada. İnanca dayalı bir kavramla uğraşmadığı her an yine kendi, zararlı benliği ile baş başa kalacağını görür. Çözüm olarak rahibe olmayı düşünür. Dünyadan korunmak için kiliseye sığınmayı, dışarıdan uzaklaşmak için içeriye yakınlaşmayı. Bu fikrini annesiyle paylaşır Esther. Aldığı karşılık, aralarındaki ilişkiyi bilenleri şaşırtmaz fakat ziyadesiyle onur kırıcıdır. Bilim çağında, böyle akıl dışı bir isteği kendi kızına yakıştıramadığını söyler kadın. Böylece hiçbir şey değişmez ve Esther her şeyden vazgeçer: Rahibe olmaktan, annesiyle savaşmaktan, yaşamaktan.
Esther’in kaçınılmaz sonuna bizi ikna ettikten sonra, bir hastane odasında bitirir Sylvia melankolik romanını. Ölümün nasıl olduğu değil, kendisi önemlidir çünkü. Esther, Sylvia’nın kararsızlıkları içinde nihayet ölecektir. Üstelik, kendi kendine ölecektir. Bu his, kahraman için bize yeter. Fakat yazarın gerçek bir sona ihtiyacı vardır: Bir gün, uçurumdan yuvarlanan taşların sesine, mutfaktaki hazırlığın tıkırtıları karışır. Yaptığı kurabiyeleri tabaklara yerleştirir Sylvia. Dolaptan süt çıkarır, iki küçük bardağa döker. Sevimli bir tepsiye özenle dizip çocukların odasına götürür tezgâhtakileri. İki yatağın arasına bırakır sessizce. Kapıyı kapatır. Zemindeki boşluğu bezle, anahtar deliğini bantla kaplar. İçeriye hava girmeyeceğinden ve dışarıya hava çıkmayacağından emin olduktan sonra mutfağa geri döner. Gazı açar. Kafasını fırından içeri sokar. “Sırça fanus” kırılır.
Bu büyük kırılmadan sonra, renkleri karanlığa, gürültüyü sessizliğe dönüştüren esas sebep tartışılır durur. Sylvia’nın son iki gün boyunca Ted’i arayıp ulaşamadığı öğrenilir örneğin. Ted’in bir şiirinde, Sylvia’nın karlar arasında telefon kulübesine giden hayaletinin onu bırakmadığı duyulur. Vefasız şair suçlanır. Sylvia’nın intiharı öncesinde, gece vakti komşusundan istediği pulları hangi mektupta kullandığıysa bilinmez. Fakat bilinmesi gerekenler vardır. Sözgelimi Ted, “Sylvia’nın ölümü engellenemezdi.” derken haklıdır. Zira varlığını kabullenemeyen ruhu, anne nefreti ile beslenmiştir hep. Esther’in rahibe olamaması gibi, Sylvia da boşanmak istediğini söylediğinde, anne baskısıyla karşılaşır. Anne, küçük yaşta ölen babanın sebebidir Sylvia için. Sırçada camdır: “Ne düşünceli bir davranış: Başkaları yerine kendini öldürmek. Annemi öldürmek isterdim; bu yüzden kendimi öldürdüm.”
Genç kızken tutmaya başladığı günlüğü 1959’da bırakan Sylvia, 1963’te hayatına son verir. İntiharından üç dört yıl evvel ölmüş olmasından değildir bu. Günlükten daha iyileştirici bir şeyin doğmasındandır. Ted’den ayrı olduğu, kıskançlık krizlerinden uzak, o verimli yıllarında, çocukları uyuttuktan sonra sabaha kadar yazar Sylvia. Sırça Fanus’u, günlükten gerçek olanı.
Böylece yazar kahramana, kahraman yazara karışır yine. Sylvia, “Hayatımın geri kalanını nasıl haklı gösterecek, nasıl makul kılacağım?” diye sorar. Esther, “Gökyüzünün yapay, aptal mavisi uzayın hangi noktasında siyaha dönüşüyor?” diye. İkisi de yok olur. Fakat Sylvia’nın öyküsü, içindeki korkunç detayla Esther’inkinden çok daha büyük bir ölümü; Anna Karenina’nın trenini hatırlatır: Her şeyin henüz bozulmaya başlamadığı günlerden birinde, Sylvia ve Ted parkta yaralı bir kuş bulup eve getirirler. Onu iyileştirmek için çok uğraşırlar. Bir hafta geçer fakat kuş karton kutunun içinde acıyla kıvranmaya devam eder. Kuşun acısını dindirmek için onu öldürmeye karar verirler. Ted, kauçuk banyo hortumunu ocağın gaz memesine takar ve diğer ucunu karton kutunun içine sokar. Sylvia, günlüğüne bu olayı kaydederken “Ben bakamadım bile.” der. “Ağladım, ağladım. Ted beş dakika sonra kuşu bana getirdi; ölü, sakin, mükemmel ve güzeldi.”
“Ölmek sanattır.” der Sylvia böylece. Yemek kokusu, kek hamuru, kurabiyeler ve süt şişeleri arasından. Ölümü, sanat olur.