Enis Batur

Tutkun oldukları yazarları, sanatçıları, düşünürleri handiyse “aziz” katına çıkaran, onlara ilâhlara özgü bir dokunulmazlık hakkı tanıyarak haklarında en ufak eleştiriye dayanamayan insanlar tanıdım; işin ilginci, “ağır entelektüel” idi her biri, kendilerinden ve idollerinden başkasını beğenmez, kalanlara burun kıvırırlardı. “Fan” kavramı bizim dilimizde pek yaygınlık kazanmadı gerçi, oysa “fanatik” sıfatı yaygın: O ağır entelektüellerimizin pop figürlerine yöneltilen hayranlık dozuyla çakışan sahiplenme biçimleri düşündürücü: Koskoca insanların, sorumlu mümessil edâsıyla Salinger’ı, Beuys’u ya da Deleuze’ü sahiplenme tarzlarıyla yeni yetmelerin Prince’e ya da Michael Jackson’a tapmaları arasında uzun uzadıya fark yoktu. Aslında vardı: Bu sonuncular fan clublar kurup orada bir araya gelebiliyorlar da ötekiler idolü bir tek kendilerine yakıştırabiliyorlar! Anekdotsa anekdot: Bonnefoy’nın ölümü sonrası bir yazı yazmış olmama içerleyen bir “kendinden memkûl mümessil” köpükler saçarak tweet sallamıştı: Bonnefoy çünkü ona aitti.

Bu iki kümeyi birleştiren mutlak ortak noktanın “kişi kültü” olduğu görülüyor. Bir yapıttan çok bir efsane büyüleyici geliyor onlara. Fotoğraf çektirmeyen münzevi Salinger, gizemli guru Beuys, tırnaklarını kes(e)meyen Deleuze, örnekleri arttırmak güç değil, bu ve benzeri özellikleriyle yapıtlarının üzerine çıkarılıyor; öyle ki sıra dışı bir yapıtın harcında sıra dışı kişilik özelliklerinin olmazsa olmazlığı kural hâline getiriliyor: Bir tür kutsallık katsayısı aranan -tıpkı stigmatalı Ermiş Francesco. Akıl hastanesine sık yatırılmamış, intihar etmemiş, eşini boğmamış, kör olmamış, Afrika’ya silâh satmaya gitmemiş olanların kabul görmediği, bütün üyelerinin birbirinden nefret ettiği bir karşı kulüp.

Yıllar önceydi, Blanchot İçin Küçük Dikilitaş’ı okuyan, mahut temsilcilik saplantısından (“benden sorulur”) muzdarip bir yazarımız “Evet ama…” demişti, “…yanlış hatırlamıyorsam siyasal tavırlarını pek paylaşmıyordun.” O kıpkısa denemeyi, ölümünün ardından bir selâm duruşu, yazarın üzerimdeki hakkını vurgulamak için kaleme almıştım, yapıta borcumun altını çizerek. Buna karşılık, gençliğinde aşırı sağ, olgunluğunda aşırı sol seçimlerini talihsiz adımlar olarak görüyordum; kaldı ki iki cenahtan da, çok geçmeden küskün ve kırgın, kopma yolunu tutmuştu kendisi de. Öte yandan, söylediklerinden, yazar tanıdığımın Blanchot’yu yapıtlarından çok efsanesi nedeniyle yücelttiği, kutsadığı apaçık anlaşılıyordu: Görünmezliği, yaşamını gizli tutuşu ile bir bakıma evliya statüsüne taşıdığı yazarın düşünceleri, yaklaşımları tartışmasız kabule lâyıktı; dolayısıyla, sözgelimi Cioran gibi sözünü sakınmadan ona yüklenmeye kalkışanların ciğeri beş para etmezdi. Dayanamayıp aralarına karışmıştım (!):

Benim gözümde Blanchot’nun yapıtı özgün, değerli, yol açıcı bir toplamdı. Efsaneye karnım toktu, çünkü, örneğin bunca altı çizilmiş bir görünmeme ısrarı yapaylığı yanında düpedüz bir görünme, bir gözükme, giderek -iki anlamıyla da- bir cins gösteriş boyutu taşımıyor muydu? Salinger’ıyla, Michaux’suyla, bir dönem Derrida’sıyla, kurulduğu izlenimi yaratan bu görünmezler sekti belli aşamadan sonra hafif can sıkıcı bir cakaya dönüşmüyor muydu?

Bunları kendisine bakarak değil, ona bakanlar üzerinden soruyorum; yoksa Blanchot geri çekilerek, varlığını sakınarak elbette saygın bir duruş sergiledi. 93 yaşında öldüğünde etrafına döşediği sır sisinin kalıcı olmayacağının şüphesiz farkındaydı.

Ölümünün hemen sonrası, fotoğrafları basında başköşeye oturtuldu: Hatlarından yoksun, boş bir yüz dolduruluvermişti. O gün bugün yıkıldı hayatının etrafına kurduğu duvarlar. L’Herne dergisinin dev özel sayısında fotoğraf albümü genişledi, yakınlarıyla ilişkileri yazışmaları eşliğinde açığa vuruldu, yaşadığı adresler netleştirildi. Peşi sıra, kimi partönerleriyle mektuplaşmaları kitaplaştırıldı.

Son, bir “özgün imzalı baskı/elyazması” kataloğunda, Le Feu Follet (Delifişek) kitabevininkinde rastladım: Gençlik yıllarından başlayarak, yıllar yılı içini döktüğü annesine, kız kardeşine, yeğenine yazdığı bini aşkın mektup satışa çıkmıştı — 2017 başı.

Yüzünden sonra içyüzü de ışık altına tutulacaktı yakında. Yayımlandıklarında edinir miyim, bilmem: Kitaplarının arkasındaki insana kayıtsız değilim ya, gene de emin değilim o mektupları okumak isteyeceğimden.

Kitaplığımda, hemen hemen eksiksiz, bütün kitapları aynı rafta duruyorlar. Bendeki komşuları, hayatındaki komşuları: Lévinas, Caillois, Klossowski, Bataille, Foucault, Derrida, Duras, Laporte ve benzerleri.

Hepsi bir arada: Alternatif Cemaat. 

Arka Kapak dergisi 21. sayı