Halil Gökhan

Bu başlığı okuyunca kitaplardan çok yazarları kategorize eden bir olduğumu düşünenleri kategorize eden birisi olduğumu düşünüyorum ben aslında. Kitaplar ne olduğumuzun A yüzüyse; B yüzü de yazarlardır elbette. Evet, bir süredir bazı kitapların okunmadığını düşünüyorum ve ilk ben değilim bunu düşünen. Möble kitaplardan referanslara, hediyelik kitaplardan ideal kitaplıklara satın alınan, ödünç alınan ve hatta geri verilmeyen kitapların bile neredeyse 1/2 oranında okunduğunu (bardağın boş tarafı gözlüğü için okunmadığını) söyleyebilirim. Bunları düşünmeme yol açan belirleyici bir an var, biliyorum. Şimdi o âna geri dönelim:

Bizi hayvanlardan ayıran şeyin okumak olduğunu öğrendiğim gün okumayı bıraktım. Bunu bugün anlıyorum.

Hayvanların da okuduğunu anladım: Koku, tat… Belki daha az renk, ışık, ama evrimlerindeki tesadüflere bayılmamak elde değil onların. En dengesiz ve değişken çevreleri olarak onların gerçek evrimi biz insanlarız.

Yazarken böyle haritanın rasgele başka bir ucundan konuya girmelere de bayılıyorum. Yüzbinlerce kitapla tıklım tıklım dolu olan bir kütüphaneden bir kitap seçip alır gibi. Belki de öyle bir kütüphanem olmazsa bir daha asla okumam. Yazarları, kütüphanecileri, belediye başkanlarını ve kültür bakanlarını tehdit ediyorum açıkça. Bana o okuyacağım kitapların gömülü olduğu büyük kütüphaneyi bulun getirin.

Aynı soruyu birçok fiil için sorabiliriz.

Bu Kitaplar Gerçekten ……… mu? olarak bir şablon koyalım hatta ortaya.

Peki buradan varacağımız sorun ne? Hiçbir sonuca neden artık eskisi kadar güvenmiyoruz? Neydi araya giren? Eskiden de güvenmiyorduk, varsayıyorduk.

Okumayı, istediğimiz cevaba uygun şekilde tarif edersek -biraz akıl karışıklığı yaratarak- olur bu iş. Yani sevmediğimiz içeriklerin aslında okunmadığına herkesi ikna edebilirim öyle değil mi?

Bir içeriği bazı nedenlerle sevmeyiz: Konular, türler ve yazarlar bizi açıkça çekmez. Geçerli, mantıklı nedenler de olmayabilir bunlar. Açıkçası ya yıldızlarımız uyuşmuyordur ya da bir noktada kesişmiyoruzdur.

Bu, o tür ve yazarların kötü oldukları anlamına gelmez. Aksine bir de bol tüketiliyorlarsa başlar çalmaya çanlar. Daha çok sinir olur ve öfkeleniriz onlara, onları okuyanlara ve gözümüzün içine bakıp “bugün bunlar okunuyor” diyenlere, demek isteyenlere…

Geriye tek bir silah kalıyor: “Bu Kitaplar Gerçekten Okunuyor mu?” diye sormak. Şimdi geldik mi o kavşağa? Yerine göre okurun, işimize göre yazarın, kimine göre de zamanın beğenilmediği, burun kıvırıldığı ana…

Bir dakika… Biz niçin okuyoruz ki? Başkalarının ölçülerini neden karıştırıyoruz işin içine? Biz sakin sakin ….’mizi, …….’müzü, …..’muzu okurken (yazar isimleri özellikle vermedim ama anlayanlar anladılar bence) A’nın B’nin, C’nin çok tüketilmesi bizi neden rahatsız ediyor. Bence ediyor, şu sebeplerden:

-İyi okur olduğumuza dair düşüncemizde sarsılma olma tehlikesi,

-İyi okurun sayıca çok ve iyi kitabın sayıca fazla olduğuna inanmama eğilimi,

-Kültürel bir ortam içinde kitap, yazar ve içerik soluduğumuzu düşünen, sosyo-kültürel ayrıntılara, ayrımlara dikkat eden bir takıntılılık içinde olma,

-Vasat ve sıradanı kültür alanından kovma isteği,

-Gelişime, çağdaş, etik, estetik ve modern yaşama; daha iyi ve güzel olan inanca bağlılıklarımızın kalıcı bir ilişki olduğuna dair derin arzu.

A, B ve C gerçekten okunmasın istiyoruz. Yalandan, imrentilerle ve markacılık histerisiyle… Onlarda düşünsel derinlik ve aydınlatıcı unsurlar bulunmasın istiyoruz. Bir tür okumadan “onları biliyoruz”… Sanatsız sözler ve sözsüz bir yazı sanatıyla devşirilmiş başı-boş kitaplar hepsi de öyle değil mi? Bir trenle giderken yerin ve rayların durup trenin hareket etme kuralının geçerli olmasını istiyoruz değil mi?

Ama yakışıyor mu bunca kültürel entelektüel amaca ve arzuya bu kuralcılık? Asker gibi ne o, soldan sağa okunacaaak, oku!

Kültür dediğin ya büyük bir boşluksa, savrulmaksa, kaybolmaksa? Eskiden sorardı yazarlar hep bir ağızdan “Ey okur neredesin?”

Şimdi hep bir ağızdan soruyoruz: “Ey yazar neredesin?”