Ali Görkem Userin

Yayın dünyamızın en talihsiz konularından biri de kitapların arka kapak yazılarıdır. Özellikle de şiir ve öykü kitaplarınınkiler. Şiire, öyküye dair serinkanlı, mesafeli ve aynı zamanda isabetli bir değerlendirmeyi arka kapaktaki birkaç cümleye sığdırmak oldukça zor bir iştir. Üstelik bunu, hem okurun hem de yazarın beklentilerini karşılayacak şekilde yapmak neredeyse imkânsız gibidir. Hal böyleyken en iyisi kitaptan bir parça seçmek veya yazarından kendini, eserini anlatan ve elbette bir miktar öven kısa bir metin almaktır. Edebiyat eserlerinin çoğunun arka kapağındaki abartılı övgüler, ikinci seçeneğin tercihiyle çıkar ortaya.

Ahmet Büke’nin (d. 1970) Yüklük’ü ise (Can Yayınları, Nisan 2014) yukarıda resmettiğimiz genel manzaranın aksine, kitabın derdini ve yazarın duruşunu çok iyi özetleyen bir arka kapak metnine sahip. “Ahmet Büke’nin öykülerinde acı ve ironi bir arada; bu yalın öyküler, şaşırtıcılığını da, sarsıcılığını da ülkemizin tükenmek bilmez acı ve ironi kaynağından topluyor. (…) Ahmet Büke, Türkiye’nin yazarı olmakta direniyor.” Buraya sadece ilk ve son cümlelerini aldığımız bu metnin derdi Büke’yi övmek, parlatmak değil derdine işaret etmektir. En önemlisi de bu olsa gerek. Bu vesileyle, kitabı yayına hazırlayan öykücü Mustafa Çevikdoğan’a da teşekkürlerimizi sunalım.

Yüklük, ilk kitabı İzmir Postasının Adamları 2004’te yayınlanan Büke’nin yedinci öykü kitabı. Elimizdeki kitaptaki yaşamöyküsünde yer almasa da bir de gençlik romanı var yazarın: Mevzumuz Derin (On8 Kitap, Eylül 2013). Bu tek romanı saymazsak, on yıla yedi öykü kitabı sığdırmak Büke’nin öyküden, öykünün de Büke’den kolay kolay vazgeçemeyeceğinin kanıtı.

Hâl ve Bakiye başlıklı iki bölümden oluşan Yüklük’te toplam on beş öykü mevcut. İki bölümdeki öyküler, gerek konuları ve dertleri gerekse tarz ve üslupları ile birbirinden ayrılıyor. İlk bölüm Hâl’de halimiz, ahvalimiz daha çok çocuklar üstünden görünür kılınıyor. Kitabın, yazarın kızına ithaf edildiğini de unutmayalım. Mazlum çocukların öyküleridir bunlar. Fakat çocukların dramları anlatılırken ajitasyona da düşülmez. Zaten Büke’nin anlatımı sadeliğin sınırlarından dışarı çıkmaz pek. Tek kelime fazlalılığı olmayan bir öykücünün duygularda enflasyona gitmesi ise imkânsız gibidir. Yükü dert olan bu öyküler su gibi akıp giderken, anlatılanların gerçeklikle bağı kılçık gibi takılır okuyucunun boğazına çoğu zaman. Demir parmaklıklar ardındaki mahpus çocukların dramı da, birkaç lira için hayatı pahasına çalışan çocuk işçilerin trajedisi de dâhildir öyküye. Konunun doğrudan bir çocuğun yaşadığı durum olmadığı öykülerde bile çocuklar öykünün kapısıdır. İnsan hikâyelerine açılan bir kapı olarak görevlendirir Büke çocukları. Hatta kimi zaman çocuk bir öyküyü ortaya çıkarırken kendisi de ne olduğunun farkında olmadan yapar bunu.

İlk bölümün son üç öyküsü diğerlerinden biraz ayrı duruyor. Bunlarda ironi ve teknik deneyler daha baskındır. Her Şeyin Teorisi, devlet ve tabiatın karşı karşıya geldiği bir öyküdür. Anlatıcı genç bir memur olsa da aslında öykünün merkezî karakteri bir Angus sürüsü ve onların lideri Jar’dır. Salinger Yazıtları ise öykünün ve öykücünün kutsal metni gibi kurulmuştur. “Öykü bilen”in yere kanıyla yazdığı iki cümleye dikkat: “Bu öykü kıyamete kadar silinmeyecek. Zulüm kimsenin yanına kalmaz.” İlk bölümün ayrıksı üçüncü öyküsü ise Olmayınca Olmuyor’dur. Bilim-kurguvari, fütürist ama esprili olmanın yanı sıra yerli desenlere de sahip bir öyküdür bu.

İkinci bölüm Bakiye, Büke’nin gönlünde ve öyküsünde yer etmiş sanatçı ve edebiyatçıların art arda ağırlandığı bir ustalara saygı kuşağıdır. Fakat saygıdan çok sevgi ve dostluk ağır basar. Çünkü Büke’nin kırk yıllık can ciğer dostlarıdır onlar. Sıcacık sohbetler, hasbıhaller kurulur Bakiye’deki öykülerde. Bu bölümün konukları John Fante, Vüs’at O. Bener, Sait Faik, Andrey Platonov, Tina Modotti ve Sevgi Soysal’dır. Bu öyküler, Büke’nin her biriyle yaptığı eğlenceli ve içten diyalogları da içerir. Bu buluşmalarda, Büke kendini bir öykücüden çok bu isimlerin okuyucusu, hayranı olarak konumlar, onlara abi, abla şeklinde gönlünden geldiğince hitap eder. Öykücülüğümüz açısından bakıldığında bu bölümdeki öyküler oldukça yenilikçi ürünlerdir. Büke, ustalarıyla sohbet eder, daha da ileri giderek onlara dair notlarını ve yine onların eserlerinden seçtiği parçaları paylaşır. İşin ilginci, sadece konuğu olan yazarlar değil Büke’nin kendisi de -diğerleri kadar olmasa da- rahmetlidir.

Fante’yle Pasaport ve Kemeraltı’nda buluşup sohbet eden Büke, Vüs’at O. Bener’le Akhisar Garı’nda ayaküstü ama uzun uzun, Sait Faik’le Pasaport’taki Dalgakıran’da, balıkçıların yanında, Platonov’la Beyoğlu’nda ve Karaköy-Kadıköy vapurunda, Tina Modotti’yle Mexico City’deki evinin terasında, Sevgi Soysal’la ise ODTÜ çıkışında yürüyerek sohbet eder. Biraz onları dinler, biraz kendi konuşur, sorular sorar, kimi metinlerden pasajlar okur. Bu esnada yazmaya ve öyküye, öykücülüğe dair özet yorumlara da kulak misafiri oluruz. Büke, Vüs’at O. Bener’le buluştuğu öykünün girişinde şunları mırıldanır örneğin: “Ben bilmem mi Vüs’at Abi’yi. Bilirim. Okudum bütün öykülerini. Romanın arkasına saklanabilir yazarlar. Trençkotla siste yürüyen insanlar gibi. Vücut kıvrımlarını göremezsiniz. Sadece gittiği yönü anlayabilirsiniz yazarın. Ama öykü öyle değil işte. En sevdiğiniz öyküyü usul usul yeniden okuyun. Yazarı sizden gözlerini kaçırmaya uğraşacaktır. Ama nafiledir bu da. Bir sarraf tartısı gibi anlarsınız onun kıymetini.”

Ahmet Büke’nin Yüklük’ü oluşturan öykülerindeki teknik çabası gerçekçilikle postmodernist edebiyat arasında salınım halindedir. Berna Moran’ın ifadesiyle gerçekçi yazar “anlattığı şeylerin kurmaca bir dünyada geçtiğini unutturmak ister okura. İster ki okur kendini gerçek dünyada hissetsin; ve bu amacını yerine getirmek için kullandığı teknik ve konvansiyonları gizlemeye çalışır, gizleyebildiği kadar.” Son üç öyküsü hariç ilk bölümün tam anlamıyla gerçekçi bir öykü evreni kurduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. İlk bölümün son üç öyküsünde ve ikinci bölümde postmodernist teknik deneylerle sözcüklerden, ayrı bir evren inşa edilir.

Öykülerinin çoğunun mekânı kasaba olması ve üzerine eğildiği insan ilişkileri açısından bakıldığında, Büke ile Mustafa Kutlu arasında bir irtibattan söz edilebilir. Benzer bir durum olarak, Büke’nin temel tarzı da, Kutlu gibi, yapmacıklıktan uzak olması ve rahat okunmasıdır. Ustalarından biri olan Sait Faik’ten bu yana öykümüz nadiren bu kadar kasıntısız, sahici ve samimi bir hal almıştır. Bu samimiyet toplumsal meseleler karşısındaki duyarlılıkla bir araya gelerek Ahmet Büke öyküsünün temelini oluşturur.

Bugün artık samimiyetin sorumluluk duygusuyla harmanlanarak özgünleştirdiği bir öyküden söz edebiliyorsak bu biraz da Ahmet Büke sayesinde mümkün olmuştur, diyebiliriz. Çünkü o, aşırı iddialı büyük sanatçı pozlarının arasından sıyrılmış ve tevazuu ve titizliğiyle kıymetli bir öykü kurmuştur. Büke’nin, “Hayatın her yerinde öykü var çünkü. Biraz durup izlemek ve es geçmeden bakmak gerekiyor belki de.” sözleri de bu durumu destekliyor.

babilcomdanalabilirsiniz


Yüklük – Ahmet Büke

Can Yayınları