Kimle konuşsanız duyuyorsunuz, edebiyat okurları çok kitap çıktığından ve yetişemediklerinden şikâyet ediyorlar. Hele yeni yazarları o yoğunluk içinde fark etmek neredeyse mümkün değil artık. Yakınlarda Bülent Yıldız‘ın Zifir romanı çıktı, kimileri ‘pulp’ kimileri teatral göndermelerde bulunan, deyim yerindeyse ağır bir edebi derinlik taşıyan bir roman bu. Yazar aklıyla, ironik dili ve oyunbazlığıyla, kenar mahalleye ve suçla ilişkili meselelere olan nitelikli mesafesiyle dikkat çekiyor. Yıldız’la postmodernizmden, Zifir‘den ve romanda yeri olan zaman kavramından konuştuk.

 Tahire Yıldız

Zifir, post modern bir roman mı? Daha doğrusu bu türden adlandırmalara baştan karşı çıkanlar var, siz nasıl bakıyorsunuz?
Postmodernizmin özellikle sanatta yeni teknik ve anlatım olanakları yarattığını, edebiyatla uğraşanlar için kalemi sınırsız oynatma zemini oluşturduğunu düşünüyorum. Bu benim edebi varoluşumda da teknik olarak reddettiğim ya da reddedebileceğim bir şey değil. Bu yüzden kısmi olarak beni de etkilemiştir belki ama Zifir için postmodern bir romandır diyemem yine de. Ne olursa postmodern olur, şimdi uzun uzun anlatmaya gerek yok ama şunu söyleyebilirim; Zifir’in bir derdi var. Bu dert postmodernizmin edinmediği, dahası artık gereksiz gördüğü bir dert. Öte yandan Zifir’in kendi içinde derinliği olan bütünlüklü bir hikâyesi var. Bu da postmodernizmin pek sevdiği bir durum değil. Ben burada bir şey anlatmaya çalışıyorum ve onu anlatırken de gerçeklikle kendi durduğum yerden ilişki kuruyorum. Bu noktada postmodernizm şu bu beni pek de ilgilendirmiyor. Kaldı ki bunlar zaten yazarken düşünülecek şeyler de değil. Alain Robbe-Grillet’in bir lafı var, meramı doğru ifade ediyor bence. “Değişik gerçeklere değişik anlatım biçimleri denk düşer” diyor, “Bu yüzden bütün yazarlar gerçekçi olduğunu düşünürler.” Ben de kendimi (dolayısıyla Zifir’i) öyle düşünüyorum. Edebiyatta bu tür kategorizasyonlar metinle kurulan ilişkilerde çok az önemdedir bence ve Zifir zaten okurla postmodern bir ilişki kurmanın önünde engeller çıkaran bir metin.

O zaman soruyu bir parça daha genişleteyim. Kendinizi, yazma geleneğimiz içinde nerede görüyorsunuz, kime yakın olduğunuzu düşünüyorsunuz diye sorayım.
Bana (ve muhtemelen pek çok yeni yazara) edebi bilinç ve ruh aşılayan koskoca bir yazma geleneğimiz var. O çeper bir hayli büyük ve görkemli. İsmini saymakla bitiremeyeceğim pek çok yazar var, aklıma gelen bir kaçını sayayım bir çırpıda. Sabahattin Ali, Sait Faik, Nazım Hikmet, Cevat Şakir, Kemal Tahir, ne bileyim kendi başına koskoca bir dağ olan mesela Yaşar Kemal gibi pek çok yazar, şair benim edebi varoluşumun oluşmasında ciddi katkı sundular. Onlardan ve daha pek çoklarından beslendim elbette ama aramızda bir hayli zaman var onlarla. Böyle bakıldığında onlara hem çok yakın hem çok uzağım.

Belli bir edebi bilinç oluşmaya başlayınca farkındalık da oluşuyor haliyle ve yüzünüzü başka yerlere dönmeye başlıyorsunuz. Yüzümü yeni ve farklı olana döndüğümde karşıma Ahmet Hamdi, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Vüsat O.Bener, Bilge Karasu ve elbette özellikle Hasan Ali Toptaş çıktı. Bunları, işte yakın olduğum yazarlar diye söylemiyorum tabii. Önemsediğim, edebi olarak etkilendiğim, edebiyatımı şekillendiren, yön veren yazarlar olarak telakki ediyorum. İlk saydığım yazarlar eğer benim edebi varoluşumun ruhuysa, ikinci kısımda saydıklarım da o ruha anlam ve şekil kazandıran yazarlardır. Hepsinin yazdığım her kelimede, kurduğum her cümlede emeği, sesi ve soluğu illaki var. Ama beni kendi sesimi ve soluğumu yaratmam için zorlayan, zaman zaman coşkulandıran ve besleyen yazarlar daha çok ikinci kısımda saydığım yazarlar oldu diyebilirim.

Zifir bittiğinde romanın hangi zamanda geçtiğine dair bir belirsizlik oluyor. Türler arasında gezinmekten söz etmiyorum, bilerek yapılmış bir zaman istifinden söz ediyorum. Zamansızlık ne kattı romana?

Romanın başat iki karakteri Aziz Okur ve Levin’in bozuk saatler ve zaman üzerine tartıştığı bir yer var romanda. Aziz Okur’un evindeki bütün saatler bozuk. Ama gelin görün ki bu bozuk lafına Aziz Okur bozuluyor mesela, “bozuk değil” diyor o saatler için, “ölmüş zamanın kanıtları onlar.” Aziz Okur bu yüzden kendini “ölü zamanın bekçisi” olarak tanımlıyor. Levin, “yaşayan zamanın kurucusu olmak varken niye ölü zamanın bekçiliğini tercih ettin ki” diye soruyor Aziz Okur’a. Tartışıyorlar, bence ikisi de haklı. Bunu şundan dolayı anlatıyorum. Romandaki karakterler için içinde yaşadıkları zaman oldukça göreceli bir durum arz ediyor. Onların zamanına bugünden bakan benim için de kaybedilmiş bir zamanı imliyor. Dolayısıyla ortaya bir neden sorusu ve benim bunu istediğim biçimde nasıl anlatabileceğim sorusu çıkıyor. Bu yüzden Zifir’de zamanla iki açıdan çok uğraştım. İlki, roman kurgusu açısından zamanı görece belirsizleştirmek için. Yani onu kurmak değil yıkmaktı benim için aslolan. Romandaki zamanın görece belirsizliği buna dayanıyor. İkincisi, belirsizleştirdiğim bu zamanı aynı anda bir tartışma nesnesi haline getirebilmekti. İlkini yapınca ikincinin zemini kendiliğinden örgütlendi zaten ve durduğum yerden yeniden bakıp zamanın kendisini tartışma nesnesi haline getirdim. Burada önemli olan şuydu; kaybedilmiş, yakalanamamış bir zamanın hikâyesini anlatmak istiyordum ben. Kaybedilmiş bir zamanı anlatmak istiyorsam zamanı belirsizleştirmem, romanın gerçek zamanını metnin altına saklamam gerekiyordu. İşte bunu yapınca bana yoğun ve derin bir hareket, yazma serbestliği ve anlatmak istediğimi daha iyi anlatabilme olanağı kattı.

Romanda hissedilir ölçüde bir kenar mahalle var. Bazen diliyle, argosuyla… Bazen yaşayanlarıyla… En çok onlar konuşuyor sanki…
Çünkü en çok onlar kaybediyor ya da kaybetti. Bu bugün de böyle, geçmişte, mesela darbe döneminde de öyleydi. Romandaki mahalleye alabildiğine fakru zaruret kokusu hâkim. Kasvetli bir mahalle burası. Çünkü dönem kasvetli. Her gün bir sürü insanın birilerinin gözü önünde öldürüldüğü, insanların evlerinden yaka paça sorgusuz sualsiz alınıp bilinmez bir yere götürüldüğü ve muhtemelen de bir daha geri dönemediği bir dönemin mahallesi. Bu yüzden belki de en çok onların konuşmaya hakkı vardı. Kenar mahallede doğmuş, ergenleşmiş ve kısmen pek çok zulmü hatırlayan biri olarak benim de onları konuşturmaya ihtiyacım vardı belki de. Çünkü kaybedenler, fakru zarurete maruz bırakılanlar konuşmaya başladığında o zaman gerçekten güzel bir sessizlik olur.

Biraz oyun oynayalım istiyorum. Bu romanı başka türlü ve bir kez daha yazmanız istenseydi… Ve siz de bu oyunu kabullenseydiniz ne yapardınız, nasıl bir ters açı kurardınız diye sormak istiyorum.
Aslında bu romanı yazarken o oyunu pek çok kez oynadım ben. Yazmaya başlarken kafanızda illa ki bir kurgu şu bu vardır ama yazarken kurgulanan ve kendi kendini örgütleyen metinleri daha doğurgan bulurum ben. Bu yüzden kafamdaki kurguya tabi olmadan, hatta bazen onu önemsemeden yazının içinde kaybolurum. Bir nevi metne işgal kuvvetleri titizliğiyle yaklaşır, böler parçalar ve yönetirim. Bu hem güzel bir oyun olur hem de kaybolduğunuzda yeni yazım ve denemeler yapma olanağı ortaya çıkar. Zifir’i yazarken pek çok kez kaybolduğumdan farklı farklı kurgularla yazılmış metinler ortaya çıktı. En az 3 kez farklı şekilde kurgulanıp yazılmış metinlerin içinde en son karar kıldığım hali bu oldu. Sanırım bir kez daha yazmak isteseydim ufak tefek değişikliklerin dışında yine böyle bir şey çıkardı ortaya. 

Yeni bir çalışmanız var mı?
Evet var. Zifir’i yazarken tasarladığım bir şeydi şimdi onu yazıyorum.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.