Salime Kaman

Gabriel Garcia Marquez’in gerçeküstü imgeleri iç içe geçirerek büyülü bir anlatı dünyası içerisinde kendisini ifade ettiği Yüzyıllık Yalnızlık romanında düşsel bir anlatı hemen göze çarpıyor. Kitap, yakın akraba evliliği yüzünden, lanetlenmiş bir soyun yüzyıl sonra nasıl bittiğini, Macondo adlı düşsel bir nehir kasabasındaki içsel yalnızlıklarıyla Buendia ailesinin yedi kuşağının hikâyesini anlatır. Kitapta tam bir zaman kavramı belirmiyor. Yazarın, başlangıç zamanını çok eskilere dayandırdığı hissi, “Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekirdi.” cümlesinden de anlaşılmaktadır. Romanda, döngüsel bir zaman kavramı içinde bir soyun varoluşu ve onların yalnızlıkları sorgulanmaktadır yalnızca.

Okuyucu anlatılanlara, zaman zaman kahramanlar kadar yakın, zaman zaman da olaylara dışarıdan bakar gibidir. Olayların akışı okuyucuyu peşinde koşturarak büyülü gerçekçiliğin örnekleri ile dolu sürprizli ve derinlikli bir şekilde, okuyucunun gerçeklik ile bağını koparmadan devam eder.

Büyülü gerçeklik, postmodern edebiyat kuramında önemli akımlardan. Latin Amerika’da doğmuş ve en önemli örnekleri Latin Amerikalı yazarlar tarafından verilmiş. Bu tür eserlerin farkı, fantezi ve gerçek olmak üzere iki zıt kavramı bir araya getirmesinden dolayı melezlik ve öteki kavramlarına değinilmiş olmasıdır. Üçüncü dünya ülkelerindeki insanın bireysel, toplumsal, ekonomik sorunlarını islemek için kullanılan, dolayısıyla politik kaygı taşıyan bir akım oldu.

Marquez’in romanındaki tarz, büyülü gerçekçilik akımının içinde ve “grotesk” olarak adlandırılabilir. Hatırlarsak, “grotesk” sözcüğünün yazın alanında kullanılışında Rus kültür bilimci Mihail Bahtin’in çalışmaları öncü olmuştu. Mihail Bahtin’in Hıristiyan Batı ve Rus kültürü içinde tanımladığı ‘karnavalcılık’ geleneği, Latin Amerikalı kültür bilimci Octavio Paz’ın Latin Amerikan kültüründeki “fiesta” tanımıyla da örtüşür: “Fiesta coşkuyla büyülenmiş̧ bir ortamda yaşanır, bazen mitolojik bir geçmişe, bazen de şimdiye dönüşür, fiestanın yeri sevinçle süslü bir mekândır. Katılanlar, onları birbirinden ayıran tüm sosyal ve sınıfsal simgelerini bırakıp gelmişler ve yasayan birer simge olmuşlardır. Bazı fiesta’larda, düzen kavramı tümüyle ortadan kalkar. Kargaşa geri gelir ve her şeye izin verir. Toplumsal, cinsel, kültürel, ırksal ayrımların ortadan kalkmasıyla geleneksel katmanlar da yıkılır.” Mihail Bahtin ve Octavio Paz’ın dünyanın iki farklı noktasından yaptıkları bu tanımla, yazınla yasam arasındaki sınır çizgileri hafifler, yeryüzünü kültürler ve inançların savaş̧ alanına çevirmeye çalışan ve her şeyi nesneleştiren kapitalist- emperyalist kültür saldırganlığının karşısına, ‘imececi halk kültürü anlayışı’ yerleşir.

Büyülü gerçekçi metinler fantastik, bilimkurgu, korku gibi türlerden farklıdır. Bu eklemeler anlatıya farklı bir boyut getirmektedir. Sıradan ve olağanüstünün yan yana gelmesi, doğaüstü olanın olağanmış gibi sunulması ve karşılaştırılması büyülü gerçekçi metinlerin önemli bir özelliği olsa da, bu metinlerin diğer metinlerden ayrılmasında ki özgül özellik, sürekli işleyen bir dengeleme çabasının anlatım stratejisi olarak metne hükmetmesidir. Bu dengeleme çabası, hileli bir şekilde işlemekte ve her zaman gerçekçiliğin büyülü düzeyinin biraz daha ağır basmasını sağlamakta; bununla birlikte uyumlu bir bütünlük oluşturmaktadır. Bu uyumlu bütünlük hem anlatıcı, hem de karakter açısından sağlanır ve okuyucunun şaşkınlığına fırsat verilmez. Büyülü gerçekçiliğin diğer önemli unsuru da anlatıcının sadece olayları ve karakterlerin eylemlerini anlatırken kendi yorumunu katmayarak okuyucunun gerçekdışı olanı sorgulamasını önlemesidir.

Sözgelimi Marquez’in romanındaki şu meşhur pasaj buna bir örnektir: “Jose Arcadio, yatak odasının kapısını kapar kapamaz evde bir silah sesi çınladı. Kan, kapının altından süzüldü, oturma odasına geçti, sokağa çıktı, inişli çıkışlı yoldan karşıya ulaştı, kaldırımları indi çıktı, Türkler Sokağı’nı geçti, önce sağa, sonra sola saptı. Buendiaların evinin tam karşısına geldi kapalı kapının altından sızdı halıları kirletmemek için duvar diplerinden dolanarak salona geçti, oturma odasına girdi, yemek masasının çevresinde geniş bir kavis çizdi, begonyalı terasa uzandı, Aureliano Jose’ye matematik dersi veren Amaranta’nın sandalyesinin altından görünmeden süzüldü, kileri geçti, ekmek pişirmek için tam otuz altı yumurta kırmak üzere olan Ursula’nın bulunduğu mutfağa girdi.”

Geleneksel gerçekçilik sınırları içerisinde resmedilemeyecek bir Latin Amerika gerçeği vardır ve Marquez gibi yazarlar sayesinde ancak gerçeküstü imgelerle iç içe geçirildiğinde büyülü bir anlatı dünyası içerisinde kendisini ifade edebilmiştir. Ancak bu tip metinlerde, anlatının her aşamasında gerçeği dengede tutmaya çalışan bir anlatım hükmü de vardır. Büyülü gerçekçilik akımının en önemli özellikleri, tuhaf unsurlarla, gerçekçi unsurların karıştırılması, zaman değişimleri, rüyalar, mitler, cinler, periler, masalımsı hikâyelerle, dışavurumcu ve gerçeküstücü tanımlamaların kullanımıdır. Eserde lanet kavramı ön plandadır mesela. Hayatları boyunca bu lanet korkusundan kaçıp saklanmaya çalışan Buendia ailesi sonunda pes etmiş, gerek kendilerini yalnızlıklarına kapattıkları bir odada, gerek yalnız yaşayan bir ağacın gölgesi altında kimsesiz bir şekilde hayata gözlerini yumarak lanetlerine boyun eğmişlerdir.

Marquez’in bireyleri, klasik roman dünyasının bireyleri değil. Klasik romandan alışık olduğumuz kişilik tanımı da en geniş̧ anlamıyla tarih. Onun için düşle gerçekliği, gerçekçilikle fanteziyi iç içe anlatıyor. İnsanlar yalnız fiziksel dünyalarıyla değil, düşleriyle de yasıyorlar. Jose Arcadio Buendia romanda şöyle kükreyerek anlatır: “Bir defa evler, camdan değil, düşümde gördüğüm gibi buzdan olacak.”

Jose Arcadio Buendia, iç huzurdan yoksunluğun yol açtığı bir ‘yalnız ölüm’e teslim olmuştur. Yaşadığı yerden kaçmak istemesini “İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.” diyerek anlatmaya çalışmıştır. Yazar, ‘yalnız ölüm’ gibi oldukça ürkütücü bir tasvirle okuyucuya sunduğu iç huzurdan yoksun olmayı “Yalnızlık, anılarını ayıklamış, yaşamın yüreğinde biriktirdiği özlem dolu süprüntüleri yakmış, geriye en acı anıları bırakarak onları arıtmış, büyütmüş, sonsuzlaştırmıştı…” diyerek anlatır.

Tüm benzerliklerine rağmen, büyülü gerçekçilik, fantastik ve gerçeküstücü akımlardan farklı olarak değerlendirilir. Alman sanat eleştirmeni Franz Roh, gerçeküstücülüğün “tamamen imkânsız durumları” temsil ettiğini belirtir. Franz Roh’a göre, büyülü gerçekçilikte günlük hayat perili, masalımsı bir şekle sokulurken, ondan yalnızca birkaç yıl önce hüküm sürmüş̧ olan gerçeküstücülük, var olanı tamamıyla yadsıyacak şekilde ortaya çıkmıştır. Büyülü gerçekçilikte kullanılan doğaüstü unsurun doğal olanla bütünleşip kaynaşması şarttır. Marquez’in romanında dengenin stratejik olarak anlatıya hâkim olması ve bunun hayli başarılı biçimde gerçekleşmesi, romanı bu bakımdan da önemli kılmaktadır.

Bir kadın okur olarak ekleme yapacak olursam, eserdeki anne Ursula’nın her kötü durumda ayakta kalmak için verdiği mücadele, aşırılıklarla dolu olan evde sağduyuyu ayakta tutmak için elinden geleni yapması beni çok etkiledi. Karakterler daha çok gerçekleştirdikleri eylemlerle tanıtıldığından, Ursula, çevrimsel zaman algısı içinde dindar, güçlü, azimli, mantıklı, özverili ve her şeyden önce bütün ailenin koruyucusu olarak öne çıkar ve benzetme, mecaz, mübalağa, tekrarlar, sembolizm, ironi ve paradoks gibi pek çok söz sanatı içinde, yaşlılık gözlerini kör ettiğinde dahi bunu kimseye belli etmeden hayatını sürdürür. Ölmek için yağmurların dinmesini beklese de yüzonbeş/yüzyirmiiki yaşına kadar yaşamış ve o da “yalnız” bir şekilde ölü bulunmuştur.

Kitapta da söylendiği gibi: “İnsan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür.” 

Arka Kapak dergisi 3. sayı