Feridun Andaç

Umberto Eco’nun yazınsal birikimi bir labirenti andırır. Dil ve tarih arasında gezinen biri olması bu labirentin giriş/çıkış yönünü de belirler bir bakıma. Her sözü, dil/kültür bağlamındaki her bir yazınsal metni, kurgusal anlatıları geniş bir bilgi atlasından geçerek gelir önümüze. Zaman zaman okuru kaygıya, dahası ikileme yönelten ondaki iki zamanlı anlatıcı kimliğidir.

Okuru/nu bundan kurtaracak, Eco’nun zamanımızın bir anlatıcısı olduğunu belirleyecek bir çalışma, yeni romanı Sıfır Sayı ile yüz yüzeyiz bugün. Onu, kendi payıma bir “kültür adası” olarak görenlerdenim. Öyle malumatfuruşluk eden anlatıcı halleri olsa da Eco’nun tek derdi zamanının içinden geçerken dünle bugüne bakmaktır. Bugündeki geçmişle yüzleşmeye yönelirken geleceğin nasıl kurulabileceğine dair de yeni düşünceleri bize taşımasını önemserim.


Sıfır Sayı
Umberto Eco
Çevirmen: Eren Yücesan Cendey
Doğan Kitap Yayınları

Açık Yapıt’ı okuyanlar anlatının poetik düzeni kadar düşünsel söyleminin kuruluşunun nasıl olabileceğine dair yeni fikirler/gözlemler edinebileceğini görür. Gezindiği kültür atlasında sanatsal yapıtın açıklık poetikasının oluşumundaki sürekliliğin kaynağına bizi döndürdüğü gibi, yorumsal olanın ne’liğini de anlatır. Anlatıcının/kurucunun algısı ile yansıtılanın gerçekliği arasındaki bağıntının bir deneyim sonucu ortaya çıkabildiğini de göstermesi önemlidir. Ayrıca sanatçı ile sanat alımlayıcısı arasındaki ilişkiyi/yönelimi bir söylem biçimi olarak yorumlayışı da burada dikkatimizi çeker.

Gene de, Eco’nun gezindiği dil/kültür/tarih bağlantılarını düşünürken onun modern dünyanın algısına dönük kavrayışı, çözümlemeleri/yorumlamaları tarihten geçerek kurduğu romanlarının önünde durur bence. Öyle ki; Eco, zamanın ruhunu kavramanın ötesinde bir bakış/duruş ve söylem geliştirir. İşte tam da bu noktada Yengeç Adımlarıyla (2012) Düşman Yaratmak (2015) deneme kitaplarında ele aldığı konulara göz attığımızda yeni romanı Sıfır Sayı’nın da nasıl güncel bir iklimden yola çıkılarak kurulduğunu gözleriz. Üstelik burada söylemek istediği gerçeklik de bugüne dönük tespitin ötesinde toplumun/dünyanın geleceğinin nasıl kurulabileceğine dair ipuçları vermesidir.

Romanı bir medya eleştirisi olarak okuyabilirsiniz. Ama Eco’nun anlatıcı aklı, söylem geliştirme yöntemi romanı bunun da ötesine geçirir. Bilgi çağı romancısıdır Eco. Romanın da ancak bilgiyle yazılıp sezgiyle pekiştirilebileceğine inanır. Bunu da şöyle açımlar: “Başlangıç noktamın yaratıcı fikir ya da imge olduğunu, anlatı dünyasının yapısının romanın üslubunu belirlediğini söyledim.”

Onda “yaratıcı fikir” ön plandadır her daim. Eco, şunu da söylemeden geçemez ama: “Yazar belli bir anlatı dünyası kurduktan sonra sözcükler arkadan gelir ve o özel dünyanın istediği sözcükler olurlar.” Bu da şunu gösterir bize anlatıcıya dair; yazdığı konuyu bilmenin ötesinde bir düşünce aurası çizerek yol alması, yapıtıyla kurduğu dünyanın gerçekliğiyle anlatmak istediğinin akkor gibi karşımızda durması.

Sıfır Sayı bu bağlamda Eco’nun çağını nasıl sorguladığına dönük bir kurmaca anlatı olarak çıkar karşımıza. Gerçi denemelerinde sıklıkla medya eleştirisi, toplumsal yozlaşma, kültürel kirlenmeden söz etse de bu kez anlatısının sınırlarını genişletir, hatta kurmacanın içinde özgürce gezinerek çağımıza ayna tutar. Bellek/tarih/zaman, dilsel yolculuk; sözün gücü/etkisi, hatta bir “silah”a dönüşme durumu…

Umberto Eco, Sıfır Sayı ile bize YAZAR’ın neyi/nasıl yazdığını göstermesi kadar, KONU’sunu işlerken yazarlık tutumunun da nasıl olması gerektiğini öğretir adeta! Burada bir KAYBEDEN’i anlatmaktadır. O kişi günün birinde kendisine şöhret ve zenginlik kazandıracak kitabını yazabilmenin hayalindeyken başkası adına bir “polisiye”vari anlatı yazmaya soyunacaktır. Ama bunun için, önce yaşanacakları gözlemesi ve yakınca durması gerekmektedir. Anlatıcı/yazar Colonna, gazeteci Simei’in Commendatör Vimercate adına üslendiği, asla çıkmayacak olan günlük bir gazetenin (“Yarın”) hazırlanış öyküsünü yazacaktır.

İnsanı niteliksizleştirmeden başarısızlığa sürükleyen, tutundurmayıp sürekli kaybeden kılan ne varsa bu anlatının özüne siner. Komplo, siyasi kamplaşma, haber yapma biçimi, medyanın mutfağı; bu alandaki kirlenme… Ve daha birçok şey Eco’nun bu anlatısının kuruluşunu hazırlayan izleklerdir. Eco, şöyle diyor: “Düşmanı anlamak, şairlere, azizlere veya hainlere özgüdür.” Ama öte yakada da düşmanı yaratmak/inşa etmek olduğu sürece düşmanı anlamak çok da işe yaramıyor.

İnsanoğlu var olalı beri “suç” var. Habil ile Kabil’in öyküsü de böyle başlamıyor muydu? Öyleyse düşman da yanı başımızda ya da kapı eşiğinde! Peki, bunsuz bir dünya mümkün mü? Çok güç. Sanat biraz bunun için var; gösterir, uyarır, sağaltır, eğitir. Zaman zaman da kışkırtır. Eco’nun bu yeni romanında gösterdiği biraz da budur. Yapılan gazeteciliğin çağımızda bir yandan düşman yaratmak, öte yandan da suça ortak etmek anlamını taşıdığını pekâlâ söyleyebiliriz. Romanın ara öyküsünü oluşturan Mussolini’nin trajedisi ise Eco’nun hayal ürünü bir öykü kurmanın ötesinde tarihsel gerçeklere nasıl bakılabileceğini ve bunun haber olma özelliğini göstermesi bakımından dikkate değerdir.

Evet, hiçbir zaman çıkmayacak bir gazetenin hazırlanış öyküsünün arka planındaki gerçeklere bakınca, bir toplumu her yönüyle okumanın neleri içerebileceğini de bize göstermesi Eco’nun romana yüklediği yeni anlamları içerir bence. Sıradan insana dönük bir öyküyü kurmak için herhangi bir eylemden yararlanabilir anlatıcı. Sonrasında ise, toplumu sıradanlaştırmanın nasıl bir kumpanya ile gerçekleştirilebileceğini de hayal ederek anlatabilir.

Eco’nun yaptığı da biraz budur. Yarı hayal ama çoğu da gerçek olabilen bir öyküdür Sıfır Sayı ile karşımızda duran. Hatta öyle ki; Eco’nun bu romanına semiyolojik bir roman da denilebilir. Görsel iletişim uzmanı gösterge bilimciden de çağını sorgulayan bir roman yazarken bu beklenirdi. O ki, ironisini de elden bırakmadan gerçekleştiriyor bunu… 

Arka Kapak dergisi 6. sayı